''Hayatta hiçbir şey ilk aşkın yerini
tutamaz. İnsan sevse bile o ilk aşk hiç unutulmaz'' Her şey gözlerde başlıyor
öyle değil mi? Hani güzelde bir şarkı var ya ''Gözler kalbin aynasıdır yalan
nedir bilmez onlar''diye de devam eder. Nereden baktın ki otuz sene önce
gözlerime san ki, oysa biz ne güzel uzaktan uzaktan platonik olarak
takılıyorduk...
Gençlikte de, şimdilerde de çoğu zaman söylemişsinizdir.
Hele bir de uzatarak söylerseniz ''Sevgiliiiiiiiim''diye ne kadar da karşınızda
ki insanın yüreğine oturur bu kelime, karşıdan da aynı şekilde yankı
yapıyorsa...
İlk terk edilişim de yerle bir olmuştum, hayatıma giren ilk
kızdı. Adı mı, boş verin o yürekte yazılı zaten. O beni unutmuş mudur,
unutmamış mıdır, o da onun problemi. Uzun süre döner mi diye bekledim. O zaman
nerdeee şimdiki gibi cep telefonu ve internet, sevgililer arasında tek
haberleşme beyaz sayfalara çizi verilmiş mektuplar. O mektuplarda sevgiliye
giderken anlaşılmasın diye bayan ismi yazılır üstüne illa ki, yoksa müstakbel
kayınpeder bizi ham yapar ha anlarsınız ya...
Baktım aylarca yıllarca ses seda çıkmadı, bense hala aynı
yerde sayıyorum uygun adım, mektuplarını saklıyorum, arada sırada gizli gizli
okuyorum, seneler geçmiş içimde döner diye bir umut kalmadı artık. Yok dedim bu
böyle olmayacak, belki başkaları da sever beni, ''Onlara da şans tanı
Ahmet''dedim azıcık içimden. Bir gün tüm yazdıklarını kalorifer dairesinde
yaktım hem de törenle, mızıkam da elimde, cenaze marşı çalarak. Bir
rahatlamıştım ki sormayın gitsin. Hayat bu ya daha iyisini çıkardı karşıma
sonradan...
Yalnız ona bir minnet borcum var. Anti parantez onu da
belirtmeden geçmeyelim. Bu şairlik elbisesini onun sayesinde giyiverdim on
sekizli yaşlarda. Bana yazdığı mektuplara mutlaka bir iki şiir eklerdi kısa
kısa. Baktım bu böyle olmayacak bari ben de şiiri hem yazayım hem de okuyayım
dedim...
Bilim adamları tarafından üretilenlerin bile tamamı sevgi
ile üretiliyor bilesiniz. Onlar mesleklerini aşırı derecede sevmeseler ve
sabırlı olmasalar, bugün ne elektrik ve ampul bulunmuş olurdu, ne televizyon,
ne radyo, ne bilgisayar, ne de başka bir yenilik. Bir buluşun, yeniliğin hayata
geçmesi için yüzlerce binlerce deneme yapılmıştır emin olun...
Tarihte diktatör diye adlandırılan bütün devlet adamlarının
mutlaka derinlerde bir yerde psikolojik sorunları vardır. Ama çok eski
devirlerde bu işleri tabi ki psikologlar değil de büyücüler ya da rahip vs.
gibi din adamları yerine getirirlermiş...
İnsanlık kendisine tepeden bakan hiç bir devlet adamını veya
yazarı, şairi, sanatçıyı sevmemiştir, bir müddet eserlerini alsa okusa veya
takip etse bile. Sadece bizim toplumumuzda değil başka toplumlarda da
alçakgönüllü sanatçılar ve devlet adamları el üstünde tutulur. Çünkü onlar kendilerinden
çok diğer insanları severler, çünkü onlar kendilerinden çok içinden çıktıkları
toplumu severler, çünkü onlar kendilerinin dışında ki başka canlılara da hor
bakmazlar. Kimseler bu solcuymuş, o sağcıymış bu bilmem neciymiş diye görünmez
onların gözüne burada aslolan insandır...
Kendini sevmekle başlıyor her şey. Hayat yerine göre ciddiye
alınmalı, yeri ve zamanına göre de hayatla dalga geçmesini de bilmek gerek,
yoksa başımıza gelen her olumsuz olayda ağlar sızlarsak, ondan sonra soluğu
psikologlarda alırız. Ha diyeceksiniz ki psikologlarda aç mı kalsın? Onlarda aç
kalmaz merak etmeyin. Sigmund Freud zamanında söylemiş''Bütün insanlık benim
müşterimdir''diye. Bizler psikolog ve psikiyatristleri benimsemesek bile Türk
Toplumu'nda, bizden daha gelişmiş ülkelerde herkesin aile psikologu var
bilesiniz. Her şeyin makineleştiği 21.Yüzyılda insan ruhu nasıl zedelenmesin
ki?
Birçoğunuz biliyor ve tanıyorsunuz Ruhbilimci Dr. Erich
Fromm'u burada onun Sevme Sanatı adlı kitabından alıntılar yaparak sevgi
üzerine cümlelerini araya sıkıştıralım...
''Sevgi; iki insanın birbirlerine varlıklarının özünden
bağlanması, dolayısıyla her birinin de kendisini varlığının özünden tanıması
durumunda doğabilir ancak. İnsan gerçekliği de, canlılığı da, sevgisinin temeli
de işte bu 'özden tanıma' yaşantısında yatar. Böyle yaşanan sevgi sürekli bir
meydan okumadır; bir dinlenme yeri değil, tersine, birlikte oluşma, büyüme ve
çalışmadır; uyum ya da çatışma, neşe ya da üzüntü olup olmaması bile önemsizdir
artık; temel gerçek şudur: İki insan birbirlerini varlıklarının özünden
tanırlar, kendilerinden kaçmak şöyle dursun, kendilerini buldukları için bir
olurlar. Sevginin var olduğuna bir tek kanıt vardır ancak; bağlılığın
derinliği, seven kimselerin canlılığı ve güçlülüğü; Budur sevginin bulunduğunu
gösteren meyve.''
Şunu hep düşünmüşümdür. Tabiatın yumuşak olduğu yerlerde ki
insanlar, bir deniz kenarı kasabasının veya şehrinin insanları ya da bir orman
köyünde ki doğa ile iç içe olan insanlar, suyun az olduğu yerlerdeki insanlara
nazaran daha bir candan, daha bir samimi, daha bir sevecen, sevgi dolu
oluyorlar. Tarihte kurulmuş büyük medeniyetlere bakın birçoğunun yaşam alanları
çoğunlukla suyun olduğu yerlerdir, ilk başta öyle olmasa bile su olan yerlere
doğru zamanla yönelmişlerdir. Hiç dikkat ettiniz mi, su kelimesini tersten
okuduğunuz zaman US kelimesine yani ''AKIL'' kelimesine ulaşırsınız...
Yazımıza Afşar Timuçin'in sevgi dolu bir şiiri ile son
verelim isterseniz...
Bir Sevgi Türküsü
Akşam soğan kavrulan evlerde
Yoksul bir çorbayı ateşe koymadan önce
Son geleni bekler gibi seni beklemek
Bir yudum alır gibi bir kadeh buzlu rakıdan
Çocuk annesine güvenir gibi
Sonu belirsiz bir yolculuğa çıkar gibi
Hiçbir şey olmuyormuş gibi sevmek seni
Hiçbir yalanda, hiçbir kandırmada payı olmamak
Hiçbir kaygının peşinde küçültmemek kendini
Bir yaz sabahında balkondan nasıl bakarsa
Dışarıya salınmamış çocuklar
Biraz özlemle ve biraz sevinçle
Nasıl bakarsa o çocuklar sokağa
Senin yolunu hiç yılmadan gözlemek
Benim için ölümsüzlükle birdir
Hep yüzünde kalmalı bu gülüş
Bu seni çağlara direnecek bir yontuya
Döndüren bu sevinç pırıltısı hep kalmalı yüzünde
Hep bu kadar büyük ve bu kadar güzel olmalısın
Bu kadar ölümsüz ve bu kadar olağan
Afşar TİMUÇİN
Sevgi ve saygılarımla her şey gönlünüzce olsun...