Çürük ve lanet bir
tedirginlik çöreklenen:
İs karası, buğusu kayıp
bir lehçenin tenhalardaki yalnızlığı ve edimsiz cümleler kadar seğirtken bir
mizaçla, rotasının girizgâhında hala temkinli ve hala umuda yelken açmış.
Şaşılası doğrusu ve
şaşkınlığın muzdarip kökeninde açan sümbüller kadar kokusunu uzaklardan
duyduğum.
Göreceli ve
tasarrufunda insanlar sevginin her nasılsa dillerine pelesenk olmuş bir
terennüm iken kaçan ve kovalanan ve yine inanmakla inanmamak arasında zig
zaglar çizdiğim.
Sünepe belki de
kayıtsızlık denen o edilgen dürtüde mağlup geldiğim.
Rahvan bir tümcede,
doğurgan kaç hece ise bir sonrasını kestiremediğim, tüm lakaytlığım ile nöbette
durduğum aralıksız üstelik: Hani olur da çalar alarmı kapının ve yüz yüze
gelirim beklenmedik bir misafir ile.
Sükûtu delen bir
çığlığın ötelediği nazenin bir yakarış kadar edilgen bir o kadar soluksuz bir
gün dönümü.
Hicap edilesi, gölgeli
bir beyitte beyhude bir hece kadar da tekelinde iken evren ve mabet bildiği
yüreği, insan denen sorgulanası yine de sorgulamayı marifet bilen beyhude bir
telaşla döşerken yüreği boydan boya çakıl taşlarıyla.
Derken göğün ortasında
biten o atlas yorganın örttüğü vicdan denen terennüm.
Sızan, sızlatan,
sıradan…
Sıra dışı olması
gerekirken, sınanmayı görev bilen.
Solungaçları kasvetli
bir bükümle yerinden yurdundan olan.
Tanımsız ve ceberut bir
isyan iken inancını sorgulayan nice münafık ve yüreğin çeperinde soluksuzca
tüketirken ömrü ki hangi rivayet ise konuşlandığınız, hangi hutbe ise
ezberinizde ve hangi mücbir sebepse yok sayıldığınız.
Kekremsi tadı belki de
insansız ve yörüngesiz evrenin çatık kaşlarından süzülen.
Nifak sokan bir edim
kadar da kokuşmuş.
Yalandan kim ölmüş,
demekse yüreğin aldırmadığı yine de solunum yetersizliğinden ölen bir imgeden
teselli bulan boş boğaz bir sıradanlık akla zarar hele ki çıktığınız yolda
örselenmekle itham edilen bir var oluş sancısı ki beyhude bir kelama sığınıp
yine de sığamaz iken yere göğe.
Soyut bir tecelli tüm
muzdarip olduğunuzdan arda kalan o kırık sarnıcın dibine akıttığınız gözyaşı.
Tümleyen bir hassasiyet
belli ki satır arası bir telaşın tüme varan o hegemonyasında yine elden ele
dolaşan bir süreci kanıksamakla eş değer.
Süzen ama sızmayan.
Yorgunluğun kaderi iken
yeknesak bir tümcede kıstırılmışlığınız: Sev ya da terk et! Asla da yok bir
üçüncü şık ki ölümün süzdüğü bir mazide kısılmışlığı da es geçerken, yarınlara
bel bağlayıp yeniden uğradığınız hezimette dokuduğunuz insan siluetleri ama
dokunulmazlığını en yüksek rütbede konuşlandıran ya da koşullu bir birliktelik
olarak addedeceğiniz kısa ömürlü bir uzantı yine insan izleklerinin pejmürde iş
birlikteliği üstelik boyut atlayan bir süreci de müdahil etme zorunluluğun gün
gibi aşikâr olduğu.
Sözüm ona, deli bir
ritüelde söz birlikteliği eden kader ve hüznün mağdur ettiği yine de kadere
boyun eğen bir izlekte, tüm tutarsızlığı tek kalemde boykot eden o miladi
takvim: İzdüşümü bir tarihte, göreceli bir boşlukta ve sonsuzluğun pergelinde
devinen bir çembere tekabül eden: kâh fevri kâh sıra dışı kâh tahakküm yüklü
bir bildirgenin ilk ve son maddesi iken anlamsızlık.
Oysaki öğretilenden
gayri değil miydi, demek mi akıl karı bir sıradanlığın akılsız başı kadar da
kayıtsız bir yörüngeye müdahil olmak ve sessizliğin boyunduruğuna hapsettiğiniz
gözyaşları.
Kuralcı bir zihniyet, kuralsız
bir aşk ve kural dışı üstelik sevgide kural tanımamanın verdiği o buyurgan ve
yükselen çıta…
Sevmekten kim usanır,
demenin en ahenkli var oluşu ve susturulmuşluğun kayıtsız şartsız birlikteliği,
tek bir katresi rahmet dolu her ne kadar bir hezeyana düşse de yolunuz.