Ağaçtan dökülürdü meyveler buluttan boşalır gibi sular…Döküldükçe orada çürür, kimse yemezdi. İsraf olurdu toprağa karışarak… Oradaki insanlar bıkmışlardı aynı meyvelerden yemeyi. Doyurucu ama damak tadında değil, usanç vermişti. Burası öyle bir yerdi zenginlik dolu. Diğer yerdeyse ağaçta meyve daha ermeden kapışılırdı. Kıtlık vardı. Çöllerinde ne yağmur, anaların dillerinde ne dua ve gözlerinde ağıt eksik olmazdı. Zengin ve fakir doğa arasında bir sır perdesi, iki tarafında da hani adalet diyen bir alışkanlık ve anlaşılmaz karmaşa hakimdi.


O fakir yerde yaşayan zorba bir eşkiya nasıl olduysa o zengin yere, perdeyi açarak adımını atmış, neye dokundaysa bulunduğu yerdeki ahali tarafından kıymetsiz olduğunu anlamış ve canı istedikçe yer olmuştu. Onun bu iştahlı yediğine bakan kişiler, bu iştahına hayran, şaşkındılar. Eşkiya cennete geldiğine inanıyor ve çok mutluydu. Yalnızca ne kadar niyet ettiyse, bu meyveleri bir yerde stok etmeye, ona izin verilmiyordu. Eşkiya aklı sıra bunları topladıktan sonra taşıtla geldiği yere götürecek ve en kısa zamanda da köşeyi dönecekti. Eşkiya işte, bedava kazanmaya alışmış, mayası da buna müsaitti. Bu yenmeyen, yerde çürüyen ve geldiği yerde bulunmayan meyvelerin neden yerlerinin değiştirilmesine izin verilmiyordu ki… Bunu aklı almıyordu. Sorunun nedenini araştırmaya ve istediğini elde etmek için çözüm aramaya karar verdi. Fakat büyük bir sorunu vardı dillerini bilmiyordu ki… Dillerini bilmeden nasıl bu cevabı öğrenecekti?


Zengin yerdeki sırtı kalın, yediğinden içtiğinden hoşnut olmayan bir kişide nasıl olduysa perdeyi açarak o fakir yere geçmiş… Oradaki insanların adaletsizliğini, bir somun ekmek bulabilmek için yaptıklarını gördükçe, yaşadığı yerde toprakta çürüyen nimetleri özler olmuştu. Yolunu kesmişler, üstünde neyi varsa almışlar, birde bir güzel dövmüşlerdi. Çıplak bir haldeyken, kimse böyle görmesin diye utanç içinde çöl kumlarının içinde kah saklanarak kah kumlar içine girerek gecenin gelmesini beklemişti.  Gece olunca, çöplerde giyecek bir şeyler aramış, paramparça ve kirle kaplı elbiselerden kendisine bir elbise uydurmuş ve yürümüştü karanlık yollarda. Bu kadar fakirliğe sebebin ne olduğunu araştırmaya karar vermiş, fakat onunda sorunu eşkiya gibi dil bilmemek imiş. Nasıl anlaşacağını ve çözüm yolu bulacağını düşünmüş sabaha kadar. En sonunda bitkin bir halde çöl kumlarının sebep olduğu bir mağarada uykuya dalmış…


Uyandığında eşkiyayı yanı başında perdenin yanında, uyuyorken görmüş. Önce korkmuş ve ürpermiş. Konum değiştirecek halde değilmiş. Sanki bulunduğu yer toplanma yeri, dar bir kuyu ve ilerisi sırat köprüsü, masalsı bir inancın gerçek perdesini açıldığı sahneymiş. Zenginlerinde fakirlerinde hep anlattığı, bir taraf yangın yeri, diğer taraf yemyeşil…Odadan etrafa bakınca tüm çıplaklığı ile görünen böyle iki farklı bir manzara varmış. Eşkiya, homurdanarak uyanmış:


  • - Ne kadar çaldıysam yok yanımda, hey iri kıyım sen gördün mü? Yoksa sen mi sakladın?
  • - Yooo.. Ben uyandığımda nasıl geldiğimi anlamadığım bu yerdeydim. Asıl çaldığına değilde, pencereden görünene baksana!


Eşkiyanın ayaklarına pencerenin kenarından yangın yelleri geliyormuş. 


  • - Bu ne sıcaklık böyle? Sen mi yaktın yoksa dışarıdaki ateşi?
  • - Ben bir şey yapmadım. Uyandığımda gördüm ve tanık oldum bu yangına. Ne kadar dehşetli değil mi?
  • - Çok dehşetli… Şu yeşilliğe doğru gitmenin bir yolunu bulmak gerekli sanırım.
  • - Ben denedim ama buradan çıkış yok ki…


Yangın yeri tarafından bir tünel açılmış… Bir ses duymuş eşkiya… “Gel amelinle… Gel çaldıklarınla.. Gel kul haklarınla, ateşimi kor et… Sana ihtiyacım var... Gel eşkiyam!”  Nasıl olduğunu anlamamış Eşkiya, sesin geldiği yöne doğru yürüdüğünü ve kendisini kontrol edemediğini görmüş. Arkasını dönmüş imdat ederek, çaldığı kişileri görmüş, koşarak ona doğru geliyorlar… ilerisi ise onu yangına körük olmaya çağırıyor… bayılmış.


Zengin adama yeşilin kapısı açılmış. “ Gel amelinle, yitirdiğin eşyalarınla, zalimce gördüğün şiddetin karşılığı bir kırık amelinle…” arkasına bakmamış, çünkü önünde durmadan değişen, çeşit çeşit bilmediği meyveler… “Ye bizi…İştahla!” denildikçe doyumsuzca hepsinden alıyor ve yiyormuş. Yedikçe doymuyor, yedikçe yedikleri ona zarar vermiyormuş… Bu yer gördüğüm iki yerede, ne yaşadığım yere nede o fakir yere, benzemiyor demiş kendi kendine. Başı dönmüş bunca nimetleri yaşadığından dolayı ve bayılmış.


Yine o perdenin kenarında, belki de her gün binlercesi farkında olmadan bu iki kişinin yaşadığını dar odaya giriyor, birbiriyle konuşup komşu oluyor ve nihayet bedelleri yaşıyormuş. Yaşadıkları yerlerde durumunu değiştiren, kendini düzelten.. Haline şükredenler kazanıyormuş. Eşkiyalar ise doymadıkları ve çaldıkları ile zalim ateşine-doyumsuzluğunu odun yaparak kaybediyormuş. 


Saffet KURAMAZ

( İki Perdelik Oyun başlıklı yazı safdeha tarafından 16.04.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu