SOMA’DA MADEN
İŞÇİSİYDİ MEHMET
Mehmet, her zamanki gibi sabah ezanıyla uyandı. Çocuklar uyanıp rahatsız
olmasınlar diye parmak uçlarına basarak banyoya gitti. Abdestini aldı. Yüzünü
yıkarken aynadaki görüntüsü ona çok bitkin göründü. Kolay değil, on yıldır
Soma’daki maden ocağında kazma kürek çalışmak… Daha da çalışmak zorundaydı.
Askerden geldikten sonra bir süre iş aramış ama bulamamıştı. Mecburen bu işe
başlamıştı. Eve helal ekmek götürmek uğruna varsın eli yüzü kara olsundu.
Düşünceleri kara değildi, kalbi tertemizdi ya yetmez miydi? İşi zordu ve
oldukça riskliydi. “Kolay iş var mı sanki?” diye mırıldandı. Yaşam mücadelesi
onu erkenden yıpratmıştı. Henüz 33 yaşındaydı. Saçlarına birkaç tel kır da
düşmüştü. Umursamadı, zaten hayatı boyunca kendini umursamamıştı ama kendini
umursayan da olmamıştı eşi Ayşe’nin dışında…
Eli
yüzü kara maden işçisiydi. Otobüse binse cici hanımlar, cici beyler kendisinden
uzak durmaya çalışırlardı. En başta bu durum onu çok üzüyordu ama zamanla
aldırmamayı öğrendi. Üç çocuk babasıydı. Büyük oğlu Hasan Ali ilkokul 3.
Sınıftaydı. Ortanca çocuğu Hüseyin bu yıl ilkokula başlamıştı, kızı ise henüz
dört yaşındaydı. Komşu çocuğunun “Barbie” bebeğinden istemişti kızı Meryem
Sevim ama Mehmet’in kazancı sadece boğazlarına yetiyordu. Kurban bayramından
kurban bayramına et yiyebiliyorlardı. Bayramda hayırsever komşularının
getirdikleri et miktarına göre sevinçleri artıyordu. Fazla ise kavurma yaparak
küçük bir kaba koyup saklıyorlardı. Ayşe’nin tabiriyle utanılacak bir misafir
geldiğinde yüzlerini ağartmak için bu sakladıkları kavurmadan pişirdikleri sulu
patates yemeğine iki kaşık koyuyorlardı. Yemeğin yanında da mis gibi bulgur
pilavı ve Ayşe’nin meşhur lahana turşusu konuklar için ziyafet sofrası oluşturuyordu
adeta… Köyden gelen un, bulgur, tarhana aile bütçesine önemli bir katkıydı. Eli
lezzetli derlerdi ona komşuları… Hakikaten de pişirdiği her aşa lezzet katardı
Ayşe Hanım…
Ayna karşısında babasına ne kadar da benzediğini düşündü Mehmet...
“Kaderimiz benzemesin.” sözleri dudaklarından istemsizce döküldü. Mehmet’in
babası Hasan da maden işçisiydi. Evden ayrılırken helallik isterdi ailesinden
ve her seferinde Mehmet’in annesinin gözleri dolardı. Meryem Hatun, başına
bağladığı boncuk işlemeli yazmasının ucuyla gözlerini silerdi ve ağladığını
kocasına belli etmemeye çalışırdı.
Meryem Hatun; eşinin olmadığı gecelerde dört çocuğunu etrafına toplardı.
Genelde bulgur pilavı veya tarhana çorbasından oluşan yemeklerini yedirirdi.
Çocuklarını uyutmadan önce onlara güzel masallar anlatırdı. Bildiği masalların
hepsini anlatıp bitirdiği için bazen yeni masallar uydururdu. Yahut her
masaldan birer bölüm anlatarak bir nevi masal potpurisi yapardı. Gözü
yükseklerde değildi. “Karnım tok, sırtım pek olsun da bana yeter. Ağa da benim
paşa da…” derdi komşularına…
Kocasından kendisi için bir şey istemezdi. Komşuların gelin olacak
kızlarının çeyizlerine yardım ederek alın teriyle kazandığı paradan mevsimine
göre birkaç metre ya pazen ya da basma alırdı. Komşusu Hafize Teyze’nin
yardımıyla el elden dikerlerdi. Kışın da hem eşine, hem çocuklarına hem de
kendine yün yelekler, kazaklar, süveterler örerdi. Eli çok çabuktu. Bir hafta
bilemedin on günde koskoca ceketi örerek eşine gurur ve mutlulukla giydirirdi.
Çocuklarına ördüklerini ise üç günde bitirirdi. Genelde akşam çocukları
uyuttuktan sonra radyoyu açar, kısık sesle dinlediği müzik eşliğinde aklından
geçen bin bir güzellik ile her ilmeğe sevgisini de katarak örgüsünü örerdi.
“Maden
işi zor iş!” derdi ama kocasına pek belli etmemeye çalışırdı endişesini… Hafize
Teyze’ye şöyle derdi: “Hasan’ın aklı evde kalmasın, adamcağız rahat rahat
çalışsın. Zaten onun sıkıntısı kendine yetiyor da artıyor bile… Bir de ben
adamın kafasını şişirmeyeyim. “
Her
şeye rağmen umutları yemyeşil sürgünler veriyordu. Dört erkek evlat
yetiştiriyordu. Mutluydu, gururluydu. Oğullarını okutacaktı, en büyük okulları
bitireceklerdi. Onlar madenin sancısını çekmemeliydiler. Bunun için gerekirse
sabahlara kadar örgü örecekti, nakış işleyecekti ama yavrularını mutlaka
okutacaktı. Işıl ışıl kara gözlerinden bunu başaracağının inancını ve gururunu
okumak mümkündü elbette… Yılmaz Güney “Yetinen insan ölmüş demektir.” demişti
ama Meryem Hatun az ile yetinmeyi bilenlerdendi.
Meryem
Hatun o gece çok kötü rüyalar görmüştü. Rüyasında zelzele oluyordu. Taş üstünde
taş kalmıyordu. Gökten ateş yağıyordu. Kendi her nasılsa çocuklarıyla bir
mağaraya sığınmıştı. Korkuyordu ancak korktuğunu çocuklarına belli etmemeye
çalışıyordu. Her akşam masal anlatırken olduğu gibi dört çocuğunu etrafına
toplamıştı. Çaresizdi. Hasan da yanlarında değildi. Üstelik koskoca bir taş
sığındıkları mağaranın ağzını kapatmıştı. Her taraf toz duman içindeydi.
“Hasan!” diye bağırıyor, kocasından medet umuyordu. Kendi çığlığına kendi
uyandı. Kocasına madene gitme dediyse de dinletememişti. Kocası göçük altındaydı. Dört çocuğu yetim
kendisi de dul kalmıştı. Çocuklarını okuttu elinden geldiğince ama üniversite
sınavını kazanmak kolay değildi. En büyük oğlu Mehmet liseden sonrasını
okuyamamıştı. İş de bulamayınca mecburen baba mesleğiyle buluşmuştu.
Mehmet, lavaboda ayna karşısında daldığı bu düşüncelerden Ayşe’nin
çığlığıyla ayrıldı. Yatak odasına geldiğinde Ayşe “Mehmet, yetiş! Bizi kurtar!”
diye bağırıyordu. Ter içindeydi. Kocası ona “Rüyanda ne gördün ki böyle avaz
adımı bağırdın?” diye sordu. Ayşe Hanım hala gördüğü kâbusun etkisindeydi. O da
vaktiyle kaynanasının gördüğü rüyaya benzer kötü bir düş görmüştü. Bu yüzden
kocasının moralini bozmamak için anlatmak istemedi. Rüyasında kapkaranlık bir
dehlizdeydiler, kocası birden el sallayarak gözden kayboluyordu. Ayşe ne yana
koşsa kocasını göremiyordu. Çocukları dehlizin ağzında duruyorlardı. Kocasını
bulamayınca çocuklarına koşup sarılıyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Kocasına
sarıldı. “Bugün madene gitme ne olur!” dedi. Mehmet de “Hele bir sakinleş
Ayşe’m, gül kokulu kadınım!” dedi.
Ayşe
yataktan kalktı, lavaboya gitti, Elini yüzünü yıkarken gözü aynaya ilişti.
Kendi görüntüsünden kendi irkildi. Resmen kan ter içindeydi. Gözbebekleri
büyümüştü. Yüzünde bir seğirme hâsıl olmuştu.
Rahmetli babaannesi Nefise Hatun: “Kötü rüya gördüğünüz zaman çeşmeyi
açın, suya anlatın. Kötülük, uğursuzluk suyla akar gider.” derdi. Ayşe de öyle
yaptı. Rüyasını çeşmeyi açarak anlattı. Mehmet “Hayırdır Ayşe Sultan? Çeşmeyle
mi konuşuyorsun?” diye karısına takıldı. Ayşe Hanım Mehmet’e çıkıştı: “Sen ne
zamandan beri buradasın?” Mehmet şakacı
bir ses tonuyla şöyle dedi: “Sen çeşmeyle sohbete başladığından beri…”
Ayşe
biraz sakinleşince mutfağa geçti. Çayı demledi, sofrayı kurdu. Kahvaltı sofrası
deyince mükellef bir sofra değildi elbette… Bir paket margarin, zeytin ve de
pekmez… Sofralarında zenginlik olmasa da
gönülleri zengindi. Ayşe komşusundan duymuştu. Hatice Hanım dindar bir kadındı.
Zenginlerin sofrasında yüz çeşit yiyecek olsa da yediklerinin tadını alıp
almadıkları şüpheliydi. Lezzet Allah’tan bir armağandı. Çok şükür zeytin- ekmek
bile olsa yediklerinin tadı hoşlarına gidiyordu çünkü fakir ama huzurluydular.
“Allah, ağzımızın tadını bozmasın.” dedi Mehmet…
Çocuklar da uyanınca birer birer sofradaki yerlerini aldılar. Keyifli
bir sabah kahvaltısı oldu. Büyük oğlanın öğretmeni sınıf kitaplığı için hikâye
kitabı istemişti. Ortancanın da resim defteri ile pastel boyası bitmişti. Küçük
kızın ise derdi apayrıydı: Lolipop şeker…
Mehmet, cebindeki son parayı Ayşe’ye verdi. “Çocuklarımızın
ihtiyaçlarını karşıla… Para artarsa sütlaç yap. Canım çekti.” dedi. Ayşe’nin
“Gitme!” demesi işe yaramadı, Mehmet çocuklarını gösterdi ve de boş cebini…
Sustular. Sözün bittiği yerdi. Çaresiz madene inecekti.
Evden
el sallayarak ayrıldı. Güldü bembeyaz dişlerini göstererek… Ayşe kocasının
arkasından gururla baktı. Uzun boylu, zayıf, kumral, ela gözlü yârinin gidişini
izledi. Sonra oğullarını okula gönderdi. Meryem Sevim’e çizgi film açtı.
Takvimin yaprağını kopardı. 13 Mayıs 2014… Mutfağa geçti. Sofrayı topladı.
Bulaşıkları yıkadı. İçindeki sıkıntı geçmemişti. Derken bir patlama ile karışık
çığlıklar duydu. Evden fırladı. “Madende patlama oldu. Maden çöktü!”
çığlıklarıyla bahçedeki çitlerin dibine yığıldı.
Ayıldığında komşular başındaydılar. Ayşe’yi zapt etmek kolay olmadı.
Halime Ana Ayşe’nin kollarımı, bileklerimi limon kolonyasıyla ovdu. Zaten
komşuların çoğunun evlerine de ateş düşmüştü. Kiminin kocası, kiminin kardeşi,
kiminin de oğlu madendeydi. Ayşe, bir anda ok gibi yattığı yerden fırladı.
Çıplak ayak madene koştu. Yemenisi de başından düşmüştü. Hiçbir şeyi düşünecek
halde değildi. “Mehmet!” diye bağırıyordu. Ocağa kimseyi yaklaştırmıyorlardı.
Fırsat bulsa içeri girecekti ama olmadı. Oracığa çöktü. Başını ellerinin
arasına aldı, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
13
Haziran 2014 Cuma günü çocuklar karnelerini aldılar. İkisinin de karnelerindeki
notlar baştan sona pekiyi idi. Ayşe küçük kızını komşuya emanet etti.
Annelerinin ellerinden tuttular. Babalarının mezarına gittiler. Karnelerini
mezarın üstüne bıraktılar. Ayşe de bahçedeki çiçeklerden bir demet
hazırlamıştı. Gözyaşları içinde çocuklarının karnelerinin yanına koydu. ”Söz
veriyorum Mehmet… Çocuklarımızın okuması için elimden gelen her fedakârlığı
yapacağım. Onlar senin yaşadıklarını yaşamayacaklar. Bu yazgı babadan oğula geçmeyecek
Rabbimin izniyle okumaları için ne gerekiyorsa yapacağım. Ruhun şad, mekânın
cennet olsun.” dedi. Ayşe de 301 acılı aile içindeydi. Bir süre sonra “Kömür
bitti, ömür bitti.” Söylemleri de bitti. Aileler acıları yetim çocukları ve
yoksulluklarıyla baş başa kaldılar.
HARİKA UFUK
ADANA