Neredeyse edebiyatın her türünden yaşına yakın eser vermiş, iki koltuğunda sayısız karpuz taşıyan, üretken olduğu kadar da mütevazı, çok yönlü, baktığını görebilen bir düşünür, bir yazar, bir şaire… Kimden mi bahsediyorum? Bu ayki konuğum; meslektaşım, kalemdaşım Fatma Çetin Kabadayı. Genç yaşına rağmen bunca eseri ve birçok aktiviteyi, yirmi dört saate nasıl sığdırdığını sormak ve kendisini yakından tanımak için izninizle söyleşiye başlayalım.
Öncelikle
çok teşekkür ederim, güzel övgüleriniz için… Aslen Kayseri’nin Yeşilhisar
ilçesine bağlı Akköy köyündenim. Okumayı çok seven, cana yakın, esprili bir
babanın, merhametli, sabırlı, güler yüzlü bir annenin beş çocuğundan
ikincisiyim. Ben de kişilik
özelliklerimi ailemden aldığıma inanıyorum. Hepimizle tek tek ilgilenip bizi
yetiştirdikleri için aileme minnettarım. Eşim Selanik göçmeni olup askeriyede
görev yapmaktadır. Kayrahan ve Berkehan isminde iki erkek çocuğu annesiyim,
okul öncesi öğretmenliğinin o sekizinci yılında bir eğitimciyim. Küçükken
hayalim öğretmen olmaktı. Masum
yüzlerin, sevgi dolu yüreklerin arasında geçiyor ömür…
Zihnimin karmakarışıklığına inat dışarıdan sakin göründüğümü söylerler. Aklıma koyduğumdan vazgeçmem, üşenmem. Her işte bir hayır olduğuna ve Allah’tan başka dost olmadığına inanırım ve yarattıklarını O’nun için severim. Benim de herkes gibi sıradan hayallerim var ve hayat boyu o hayallerimin peşinden düşe kalka, itile kakıla koşup durdum. “Başarı hikâyesi” söyleminizi hiç üstüme almadım çünkü inanın daha yapacak çok işimin olduğuna inanıyorum. Yolun başındayım belki de… Kıymetli okuyucularıma layık eserler vermeye çalışıyorum. Rabbim’in rızası dâhilinde…Harcanmış bir ömrün arkasından da hayırlı ölüm nasip etsin hepimize. Her insan gibi ben de hayırla yâd edilmeyi arzu ederim. Kurslara katılmayı, tiyatroyu ve çayı çok severim. Allah’ın bize verdiği “unutma” nimetinin kadrini son yıllarda daha iyi anlamış, aile ve sevgiye önem veren, kul hakkından korkan, oldukça dağınık, duygusal bir yapım vardır. Yayın dünyası ile yıllar önce yaptığımız söyleşide de dile getirmiştim: “Yazmasaydım kendimle baş edemezdim.” diyorum. Sanırım bu soru için bu kadar yeter… Başka sorularınız da vardı yanılmıyorsam.
Yirmi dördü
branşınızla ilgili, otuz dokuz yayınlanmış eseriniz var. Bu kadar bilgi ve
yaşanmışlığı hangi arada biriktirdiniz? Sahi siz kaç yaşında, hangi dürtüyle
eser vermeye başladınız Allah aşkına…
Yayınlanamayanlar benim suçum değildi inanın… Doğru kelime belki de talihsizlik… Çoğu zaman
elimi attığım dal kuruyup kaldı ama dedim ya ben hiç vazgeçmedim. Kardeşim
İhsan bana: “Ablacığım ne yapsak seni bu
yazma alışkanlığından vazgeçiremeyeceğiz bari yazdıklarını bir kez oku ya da
iyi bir editör bul.” der. İşin şakası bir yana edebiyat aşkım bana çok
pahalıya mal oldu ama doğru yolda olduğuma kendimi hep inandırdım. Yaşadığımız her yeni gün bize bir şeyler
öğretir eğer biz o kapıyı açık bırakırsak… Öğrenmeye istekli bir yapım var
fakat takdir edersiniz ki yazmak; bilginin yanında hayal gücü, sabır, düşünme
ve zaman gerektiren bir uğraştır. Ben ilkokulda başladım desem yanlış olmaz
sanırım, siz de bir yazar olarak beni anlarsınız. Türkçe kitaplarında “Okuduğumuzu anladık mı?” bölümleri
vardı hatırlar mısınız bilmem? Bayılırdım o bölüme. Konuyla ilgili kompozisyonlar, şiir
zannettiğim mısralar yazmak çok hoşuma giderdi. Şiir yazan dedemden öğrendiğim
kadarıyla her mısranın sonu birbirine benzeyecekti. Son yıllarda öğrendim ki
onlara kafiye, durak, ölçü deniyormuş. Yozgat Şair ve Yazarlar Birliği başkanı
Ahmet Sargın’ın, hece şiiri öğrenmemde büyük katkısı vardır.
Köyümüzde kavak ağacını budarken düşüp vefat eden Yaşar amca
için yazdığım “Yaşar amca yaşamaz oldu”
şiiri ne yazık ki kayıp ama ortaokul, lise çağlarından kalma o iki şiir
defterim halen duruyor, okudukça gülmekten kendimi alamıyorum. Eğer dün
yazdığınızı bugün beğenmiyorsanız kaleminiz güçleniyor demektir. Lise
yıllarında yazdığım bir çocuk romanım vardı, ismi dışında her tarafı mantık hatalarıyla
dolu, babamın ricasıyla arkadaşına daktilo ettirdiği sarı sayfalar… Onu da
kilitli sandığıma ekledim; belki de onlar da çocukluğum saklı… Bilemiyorum.
Ortaokuldayken Türkçe öğretmenimin şiir defterimi okuyup
yıldız atması da benim için kayda değer hatıralarım arasında… Halen edebiyat
sitelerinde yıldız aldığımda çok mutlu olan bir yapım var. Küçük şeylerle mutlu
olduğum gibi yine küçük şeylerle dünyayı başıma yıkan biriyim. Lise yıllarında
yazdığım skeçleri okul programlarında oynardık. Daktilo kursunda “Tuş” adını verdiğim sınıf haberlerini,
üniversite yıllarında kaldığım yurdun iki numaralı odasının haberlerini de “İki Gözüm” isimli fotokopi şeklinde bir
gazete çıkararak yayınlıyordum. Halen bazı arkadaşlar o gazeteleri
saklıyorlarmış, bunlar güzel anılar…
Yayımlanmış eserlerinizi tasnif edecek olursak en fazla bölümü mesleğinizle ilgili kitaplar oluşturuyor. Bu kitaplarınızdan bahseder misiniz?
İnsanın işi ikinci dünyası oluyor elbet… Branş kitaplarım
üniversite bilgilerimin ve hayal gücümün birikimiyle ortaya çıktı diyebilirim.
İlk kitabım öğretmenliğimin ilk yılında çıkan “Kuklalar ve Kukla Oyunları” adlı kitabımdı. Kukla örneklerimi ve
sınıfta oynattığım kukla oyunlarını yazmıştım. Şimdilerde bütün anaokullarında
kaşık kuklanın olması da beni sevindiriyor.
Morpa Yayınları’ndan çıkan “Ebesin
Çocuk Oyunları,” Nar yayınlarından çıkan “Yüz Gülen Yüz Drama Oyunları” da ha keza sınıf uygulamalarımın
bazıları. “Büyümüş de Küçülmüş”
isimli okul öncesi deyim öğretimi Hatay Milli Eğitim Müdürlüğü onaylı bir kitap
ve uygulama aşamasında üç yıl kadar öğrencilerimle çalışarak hazırladım.
Kayseri’de yani kendi memleketimde de bütün okullara kaynak kitap olarak
dağıtımı yapıldı. Dağıtımın yapıldığını
da Kayseri Şair ve Yazarlar Başkanı Sayın Süleyman Karacabey’den öğrenmiştim.
Masallara gelince… Yeni tayin olduğum okulda bile bulunuyor olması beni çok
onurlandırdı.
Bildiğim kadarıyla 2010 yılında KANES Yayınlarından çıkan, “Yüreğimden Güvercinler Uçurdum” adlı romanınız ile edebiyat dünyasına giriş yaptınız. Ankara’da öğretmenlik yaparken iradesi dışında gelişen vahim bir olaydan sonra adalete hesap verip aklanan, buna rağmen toplumdaki itibarının zedelendiğini düşünerek, Güneydoğu Bölgesi’nin küçük bir kentine tayinini isteyen Çağla Öğretmenin hayatından bir kesit sunuyorsunuz okurun muhayyilesinde. Çağla Öğretmen; bağrına döşenmiş mayın tuzaklarıyla sırat köprüsü hâline getirilmiş yolu aşabilmiş mi, kapısı ve pencereleri tahrip edilmiş prefabrik binayı okula dönüştürebilmiş mi? En önemlisi, Türkçe dahi bilmeyen bu çocuklara öğretmen olabilmiş mi? Kitap bittiğinde tüm bu soruların cevabını veriyorsunuz elbette. Ya, Çağla Öğretmenin ruh hali nasıl diye sorsam?
Sormakta haklısınız. Fakat burada bir düzeltme yapayım öncelikle; ilk baskısı Akış yayınları tarafından basılan “Elveda Evliliğim” ilk romanımdı. Sorunuza gelince… Yaşanmış hayat kesitlerinden ara sıra esinlensem de kurguladıklarım hayat akıp giderken yaşanılabilir niteliktedir.
Çağla öğretmenin hayatı gerçek hayatla
kurgunun harmanlanmasıyla oldu. Romanda karşı taraftan gelen haberlerin dışında
köy ile ilgili yaşanan her şey gerçek… Ücra yerlerde yaşayan, doğuda görev
yapan hemen hemen her öğretmenin yaşadığı şeyler… Tanışmak için elimi uzattığım Milli Eğitim
Şube Müdürünün “abdestliyim” demesini
Şafi Mezhebine mensup bir kişi garip karşılamaz ama bilmeyen birisinin
psikolojisi alt üst olur. Romanı okuduğunuzu bilerek size bir de haber vermek
istiyorum. Roman kahramanlarından komşu kızı Meryem’e istenen başlık parası
için takılırdım: “Ooo! Meryem sana dört bin
isteniyorsa ben yedi bin falan ederim o halde.” diye… Utanarak gülerdi, her
zaman eliyle ağzını kapatıp başını yana çevirerek…
Roman piyasaya çıktığında Meryem evlenmiş,
üç çocuğu olmuştu bile. Halen
görüşüyoruz. İstanbul’da oturuyor, bir kez evine ziyarete gittim, eski günleri
yâd ettik. “Ünlü mü oldum Fatma yenge?” diye sorarken yine utanarak
güldü. Kısacası benim gibi yüzlerce Çağla, görev aşkı için çok daha ücra
yerlere gelip gitti, belki de. Ve kimsenin yaşananlardan haberi dahi olmadı.
Ben de bunu kaleme alanlardan biri oldum sadece…
2011 yılında; yaşadıklarınızı, hissettiklerinizi,
umutlarınızı, endişelerinizi ve yaşamın içinden birçok konuyla ilgili
düşüncelerinizi, yalın bir dille yirmi altı hikâyenize yansıttığınız “Altın Tespih” adlı öykü kitabınızı
yayımladınız. Hayata olaylara ve insanlara dair yaptığınız tespit ve
tanımlamalarla farklı bir boyut kazanan hikâyeleriniz içinde, kitaba adını
veren; “Bu benim en sevdiğim hikâyemdir,
sizin de seveceğinize inanıyorum.” dediğiniz “Altın Tespih” adlı hikâyeniz de
bulunuyor.
Kaleminiz güçlü, anlatımınız içten, sade ve akıcı, üslubunuz yalın, samimi,
senli benli, anlatımınızla içimizden birilerini canlandırıyorsunuz. Bunlar
kurmacadan çok yaşanmış kadar gerçek… Yoksa yaşanmışlıkları mı hikâye ettiniz?
Bir tuzak soruyla karşı karşıyayım sanırım… Elbette bizim de ilk sevdamız platonikti. “Altın Tespih” öyküsü hem ilk yazdığım öykü hem de platonik aşkın hissettirdiklerini yazmaya çalıştığım bir kurgu olduğundan benim için özeldir. Daha fazla bir şey alamazsınız ağzımdan…
2012 yılında ise; Hoşça kal Anne’den sonra serinin ikinci kitabı olan “Mor Hırka”, yepyeni heyecanlar ve gizemli hikâyelerle yoluna devam eder. Üniversiteyi bitirmek üzere olan Duygu’nun hayatı, arkadaşlık ettiği bir serseriyle alt üst olmak üzeredir... Cevabını veremediği sorular mor hırkada düğümlenmiştir. Zavallı Tatlı’nın hayatına mal olan olaylar zinciri birbiri ardına gelişirken, Duygu’nun kalbinde eski bir aşk yeniden filizlenmeye başlar... Eserlerinizi kurgularken gözlemlerinize mi önem verirsiniz yoksa ilham mı olmalı mutlaka?
“Hoşçakal Anne” romanım ilk olarak 2009 yılında bir matbaada basıldı. O zamanlar günlerim kucağımda bir bebek ile matbaa sahibini sıkıştırmakla geçiyordu. Tabi yeterli kesime ulaşamadı. Bu nedenle yayınevine verdim. Mola Yayınları’nın benim için önemi çok büyüktür. Hoşçakal Anne çok beğenildi. Romanın devamını isteyenler oldu, “Mor Hırka”yı yazdım. Mor Hırka’nın başına oturduğumda finalin ne olacağını ben de bilmiyordum. Biraz polisiye olsa da ağırlık olarak gençlik, aşk, iyi-kötü sürprizler diyebilirim. Onun da devamı istenince “Maktul”ü yazdım. Maktul, içimi çok acıtan bir Türkiye gerçeğini kaleme aldığım bir kitabımdır.
2014’de ise; iki kitabınız raflardaki ve gönüllerdeki yerini alıyor. “İHTİyar” ve “Naçizane- Öykühane” adıyla… Farklı ve insancıl bir kurguyla kaleme aldığınız “İHTİyar” adlı romanınız okuyucusuyla buluşur. Boston’lu bir genç olan Yamin’le, İstanbul’lu bir genç kız olan İhti’nin yarım kalmış aşk hikâyesini anlattığınız. Öleceğini anlayan Yamin, ikiz kardeşinden tek bir şey ister. Kendi yerine geçip sevdiği kızla yani İhti’yle evlenmesini… Örneğini Türk filmlerinde görebileceğimiz çok farklı bir kurgu… Hastalığıyla baş etmeye çalışan İhti’nin müşfik bakışıyla, olmaz gibi görülen işler olur, değişmez sanılan insanlar değişir. Çevreye karşı duyarlılığın getirdiği sorumluluk duygusunun hayat bulmasıyla hayatı değişen insanların konu edildiği bu roman, sanki yanı başımızda olmuşçasına, çoğu olaylara şahit olmuşçasına sahici…
Naçizane-
Öykühane adlı kitabınızın arka kapağında yer alan, ŞUSİYAD Başkanı- Hikmet OKUYAR’ın sözleri dikkat çekicidir. “Hayal ve gerçeğin buluşma noktasında, bana
göre gizemli hikâyeler türünden… Hoca Nasrettin, Aziz Nesin, Ömer Seyfettin
nasıl kalıcı izler bıraktı ise; edebiyatımızın zenginliklerini, birikimleri ile
uzmanlık alanında billurlaştırıp sanatseverlerin beğenisine arz eden Kabadayı
da öyle izler bırakacak.”
Habername.com Genel Yayın Yönetmeni, Kemal Bozkurt ise: Bu
kitap için geç kalmış bir proje diyorum. Çocukluğumdan beri birçok öykü kitabı
okumuşumdur fakat Çetin Kabadayı’nın kısa ancak muhteşem öyküleri kadar
neredeyse hiçbirinden bu kadar haz almamıştım. Öykünün sonunu büyük bir merakla
bekliyor ve müthiş bir heyecana kapılıyorsunuz. Kullandığı dil de o kadar
samimi ki kendinizi ister istemez öykünün kahramanlarının yerine koyuyorsunuz.”
Hemen
hemen her eserinizde sıklıkla rastladığım realist bir tarafınız var ve çok
farklı bir bakış açısıyla bakıyorsunuz hayata. Kurmacaya mı önem verirsiniz
yoksa gerçeklere mi?
Öncelikle bahsi geçen o güzel insanlar beni hiç görmemiş olmalarına rağmen yazdıklarımı okuyor ve seviyorlar, Allah razı olsun onlardan. Romanlar gerçeklerden beslenir fikrindeyim. Hayatta yaşanamayacak hiçbir şey yoktur. “Asla büyük konuşmam” derken bile büyük konuşmuyor muyuz Allah aşkına? Aslında İHTİyar’ı film senaryosu olarak düşünmüştüm ama roman olarak daha kalıcı olacağı kanısına vardım. Zaten benim hiç yönetmen tanıdığım da yok… Alzeimer hastalığına batıl inançları da harmanlayarak gerçek dostluğu, sabrı ve aşkı anlatmaya çalıştım. İhti karakterinde eski Türkçe kullanmış olmam bana çok şey kattı. İnsanları gözlemlemeyi çok seviyorum. Yazarken su akıp yolunu buluyor.
Gelenekçi, tutucu ve insan duygularına kapalı olan Türk toplum yaşantısında sıklıkla kullandığımız “sokak” sözcüğüne, sözlük anlamının çok üstünde önem atfedilir. Zira sokak; ailece hıfz olduğumuz evimizin dışındaki –mahalle, köy, semt, şehir- hayatı simgeler. Kurgusal metinlerin doğal mekânıdır sokaklar. Nice şair ve yazarlara ilham olmuş, 9. Cumhurbaşkanı’mız Süleyman Demirel tarafından, “Sokaklar yürümekle aşınmaz.” veciz sözüyle sokak kelimesi siyasi literatürümüze dâhil edilmiştir. Sokak çocuğu-kızı, sokak satıcısı, sokak şarkıcısı, sokak edebiyatı, sokak jargonu… vb. şeklindeki tanımlamalarla sokağın toplum yaşamımızdaki önemine işaret edilir. Realist, natüralist bir görüşle “toplum için sanat” yapan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sokağı edebiyata getiren, sokağın anahtarını elinde tutan sanatçı olarak anılır… Necip Fazıl Kısakürek, “Kaldırımlar” adlı muhteşem şiirinin bir dizesinde, “Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum” diyerek sokaklarda yaşadığını, yalnızlığını, kimsesizliğini, garipliğini haykırmaz mı? Böyle bir girizgâh yaptıktan sonra gelelim 2015 yılına. Mola Yayınları’ndan çıkan üç eseriniz okuyucusuyla buluşuyor. “Sokak Sesleri-öykü, Maktul-roman, Bir Başka Vakit-İmam-ı Rabbani Hazretleri-Biyografik Roman”
“Sokak Sesleri” adlı kitabınız birbirinden ilginç on beş
hikâyeden oluşuyor. “Soğuk Yemek ve Tut Elimden” adlı hikâyeleriniz, yüreğimi
cimcikledi açıkçası… Günlük hayatın içinde koştururken fark etmediğimiz
olayları, kişileri ve en önemlisi insan olma hâlini son derece canlı tasvirlerle
ve kıvrak bir üslupla hikâye ederek okurun beğenisine sunuyorsunuz. Maksat anlaşılmaksa,
verilen mesajı gerekli yerlere ulaştırabilmekse bu konuda çok başarılısınız
sevgili Fatma Hocam…
“Maktul” adlı roman ise
serinin üçüncü kitabı… Romanın tüm karakterlerini derinden etkileyecek
esrarengiz cinayetler, ipuçlarıyla adım adım çözüme giderken, güven duygusunun
yeniden sorgulanacağı, insanlık tarihinin en büyük utancının yaşanacağı ve
aşkın her şeyi halledeceği yargısına varacaktır okur…
Rabbani
Hazretleri-Biyografik Roman da ise: Sevilerek okunan büyük zatların yeni
nesillere tanıtılması ve daha geniş kitlelere sade bir dille sunulması önemli
bir ihtiyaçtır. Mümkün olduğunca gerçek tarihe bağlı kalınarak kaleme aldığınız
roman bu konudaki ihtiyaca cevap verecek güçtedir…
Bir yılda üç eser! Bir kitabın yayına hazırlanma sürecini
–kitap dosyası hazırlama, redakte, edite, yayınevi arayışı- göz önünde
bulunduracak olursak, bu enerjiyi nereden buluyorsunuz?
Sokak Sesleri isimli öykü kitabım ara ara kaleme aldığım öykülerden oluşuyor… Beğenmenize sevindim. Öykülerde asıl konu gibi gözüken konunun içine gerçek maksadı yerleştirmeye çalışırım. Mesela “Tuzlu Kete” bir aşk hikâyesi gibi gözükse de asıl konu başkadır. “Soğuk Yemek” öyküsünü yazarken ağladığımı itiraf etmek isterim. Çalışan annelerin ve çocuklarının psikolojisini anlatmaya çalıştım. Bazen bana ev hanımlığından şikâyet edenler oluyor inanın onları söylediklerine pişman ediyorum. Yazık ki çoğu zamanın ve çocuk eğitiminin ne kadar önemli olduğunun farkında değil… Çenem düştü ama bir kısa hikâye anlatayım: Platon öğrencilerinden birini kumar oynarken yakalar ve kızıp azarlar. Öğrenci: “İyi ama hocam, ben para için oynamıyorum. Ne zararı var ki?” diye sorar. Platon: “Ben kaybedeceğin para için değil, zaman için kızıyorum.” der. Hatemü'l Esam’ın buyurduğu gibi “Gençliğin kıymetini ihtiyarlar, huzurun kıymetini huzursuzlar, sağlığın kıymetini hastalar, hayatın kıymetini ölüler bilir.”
Üç Antolojinin
koordinatörlüğüne katkıda bulunmanız, 2014 Yılı Edebiyat Galerisi Dergi Sitesi’nin
düzenlemiş olduğu “Bir Dakikalık Öykü”
yarışmasında ön seçici kurulunda jüri üyeliğiniz, edebiyatevi-com,
edebiyatgalerisi gibi internet sitelerinde ve habername.com’da haber ve köşe yazarlığı
yapmanız, gazete ve dergilerde eserlerinizin yayınlanması, şiir dinletileri
organizasyonu, Iğdır Fm'de “Bir Demet Şiir" adıyla haftalık
şiir programını hazırlayıp sunmanız, tiyatroculuğunuz… Tüm bunlar vakit alıcı
işler. Annelik, eş olma durumu, halen çalışıyor olmanız ve bunca faaliyet…
Yirmi dört saat size yetmiyordur, yanılıyor muyum?
Aslında bütün mesele planlı çalışmak ve sabırlı bir eş. Allah ondan razı olsun. Ama inanın yorucu… Fakat bunlar benim kendime ayırdığım zamanlar, tatlı koşuşturmalarım… Uzaktan her şeyi başardığımı düşünenler olabilir. Hayır! Zaman zaman kendimi yetersiz, her şeyi yarım yamalak yapan, beceriksiz hissederim. Sonra güzel cümleler duyar toparlanırım. Soranlara, “Çok yetenekliyim, üç işi birden yapabiliyorum” diye latife yaparım. “Ne mesela, nasıl?” diye şaşkınlıkla sorarlar. “Ütü yaparken radyo dinleyerek arkadaşımla da sohbet edebiliyorum.” derim. “Onu ben de yapıyorum,” der çoğu. Kısacası ben yapabildiğime göre isteyen herkes yapar. Nihayetinde yazarlık bildiğiniz gibi mutlaka fedakârlık istiyor. Televizyon seyretmeye zaman ayırmıyorum desem yalan olmaz. Kalemin körelmemesi lazım… Yazmak kâğıda dökmeden önce düşünmek, görebilmek, hissedebilmektir. Bankada sırasını bekleyen bir kadının endişeli bakışlarından iki hikâye birden çıkabilir. Birkaç satır dahi yazamasam da okumadığım günü yaşanmamış sayarım.
Yazar ayrımı hiç yapmam. Okuduğumu anlayabildiğim, ihtiyacım olan kitabı alırım. Asla baskı sayısı, çok satan, ödül alan yalanlarına inanmam. İşin içinde olduğumuzdan olsa gerek –istisnalar kaideyi bozmasa da- çok işler döndüğünü biliyoruz. Tavsiye üzerine aldığım kitap binde birdir o da gerçekten bu alanda güvendiğim kişiyse beni ikna edebilir. Kayda değer bulmadıklarımı bedava verseler almam ama bir cümlesi bile bana faydalı olacaksa muhakkak imkânlarımı zorlarım. Arkadaşlardan gelen kitapları muhakkak okur ya da gözden geçiririm. Genelde iki kitap birden okurum. Biri öğretici ve düşündürücü olacak, diğeri dinlendirici ya da eğlendirici… Birini sakin kafayla diğerini kısa yolculuklar dâhil olmak üzere her ortamda okuyabilirim. Birkaç isim versem yeter sanırım: Kitaplığımdan hiç ayırmadığım baş tacı kaynak kitaplarımdan biri Nüvit Osmay’ın, “İnsan Mühendisliği” isimli eseri. Bütün gelişim kitaplarını okumuş olanların bile kitaplığında bulunması gereken bir eser, ha keza Özcan Köknel’in, “İnsanı Anlamak” isimli eseri de…
Roman
dalında; tasvir ve anlatım açısından “Sergüzeşt,”
kurgu olarak “Sefiller,” anlatım ve imge
olarak Halide Edip Adıvar’ın tüm eserlerini okumaya değer bulurum. Öykü de hayranı olduğum O. Henry, Refik Halit
Karay’dır… Charlis Bukovksi’den tutun da
Ahmet Ümit’e, Ahmet Günbay Yıldız’dan J.D. Salinger’a… Erhan Palabıyık’tan şair
Mehmet Gözükara’ya… Aziz Nesin’den Doğan Cüceloğlu’na… Hangi birini söylesem
ki... Şu aralar dinlenme amacıyla “Kahve
Tadında Öyküler” isimli kitabı, gelişmek ve hayret amacıyla da Nuri Pakdil’in
“Mektuplar ll”yi okuyorum. Her mektup
birbirinden müthiş enerji veriyor bana…
Şu sıralar üzerinde çalıştığınız bir kitap var mı?
Sadece sevdiğiniz kitapları okuyun. Bu bir fıkra kitabı bile olsa… Yazdıktan sonra birkaç kişiye muhakkak okutturun çünkü yazar kendi hatalarını göremiyor kendimden biliyorum. Benim öyle cümlelerim olur ki üniversite sınavında “Anlatım bozukluğunu bulunuz” soruları için hazırlanmış sanırsınız. Çiçek taksi diye bir dizi seyrederdik eskiden… Başlangıç müziğinde “Helal vatandaşın parası” diye bir cümle geçerdi ve o kadar rahatsız olurdum ki. Vatandaşın helali, haramı mı olurmuş diye… Bitirip eser haline geldiğinde acele etmeyin. İyi eser eninde sonunda hak ettiği yere gelir, başkalarına yazdırmakla, birilerinden çalmakla kimse bir yere gelemez. Örneğin “Sol yanım” kelime grubunu şiirinde kullanan biri için ben hoş şeyler düşünmem; çünkü onu başkası düşünmüştür. Hayallerinizden asla vazgeçmeyin. Yazmanın yetenekten çok sabır ve düşünme işi olduğunu, başarılı insanların günlük tuttuğunu unutmayın ve her gün en az bir saatinizi okumaya, en az yarım saatinizi yazmaya ayırın. Sizin henüz yaptıklarınızı yapmamış kişilerin eleştirilerine kulak asmayın. Besmele çekip başlayın.
Edebiyatın bir türü olan söyleşi konusunda yükselen bir grafikle başarı sağlayan Fatma Çetin Kabadayı'dan rol çalıp bu kez sorularımı kendisine yönelttim. Soru hazırlamak mı, hazırlanan soruları yanıtlamak mı zor olan?
İşini ciddiye alan için ikisi de aynı. Soru hazırlamak için iyi araştırma gerekiyor. Gelişigüzel hazırlanan kalıplaşmış sorular karşı tarafa önemsenmediği izlenimi yaratır. Tabi karşı tarafında durumu ciddiye alması gerekir. Günümüz de reklam çok önemli. Bazıları tek bir kitabının reklamını çok iyi yapabilirken kimileri kaliteli eserlerini duyuramıyor. Bunun çok derin nedenleri var. Ben de bu kalemlerden tanıdıklarımın sesini duyurabilmek, tanımak istediklerimi tanıyabilmek ve kendi kıymetini anlayamamış olanlara değerli olduğunu hatırlatmak için uğraşıyorum. Bu sayede sayısız dostum oldu. Bahsi geçenler sadece şair, yazar, ses sanatçısı, el sanatları, hattat değil, aynı zamanda tanımaktan memnun olduğum kişiler… Bir de şuna inanıyorum ki söyleşi yapılan kişi gözünün önüne daha dikkatli bakmaya başlıyor ve uğraşısına daha sıkı sarılıyor. Yazık ki istisnalar da oluyor elbet. Nadir de olsa birilerinin hatırı için yaptığım söyleşiler de oluyor. Birkaçı beni büyük hayal kırıklığına uğrattı; kişiliğiyle alakası olmayan söylemler, kendini Kaf dağında görmeler… Fakat herkes davranış ve sözleriyle değerini belirler. Belki bir iki yıl içinde bu söyleşileri kitaplaştıracağım ve elemelerim olacak sanırım.
Hikâye ettiğiniz anılarınız var mı öykülerinizde?
Dört öykü kitabımdaki
hikâyelerimden parmakla gösterilecek sayıda gerçek yaşamdan alınanlar oldu.
Benim ya da yakınımın… Kurgu katmadığım pek hikâyem yok diyebilirim. Onları
daha çok deneme ve köşe yazılarımda paylaşmayı tercih ediyorum.
Vereceğim on kelimenin, sizde çağrıştıklarını istesem? İyilik, fedakârlık, merhamet, sevgi, aşk, huzur, ölüm, hayal kırıklığı, din, yaşanmışlık.
İyilik- destek
Fedakârlık- susmak
Merhamet- çocuklar
Sevgi- doğa
Aşk- Bitmeyen hayranlık
Huzur-aile
Ölüm-sessizlik
Hayal kırıklığı-mutsuzluk
Din-huzur
Yaşanmışlık- ömür
"Sokak Sesleri" adlı kitabınızda yer alan, "Kahve Telvesi" adlı hikâyenizde yerel ağza yer vermeniz okurken damakta tarifsiz bir lezzet bırakıyor. Diğer hikâyelerinizde böylesine hoşluk, letafet içeren sürprizleriniz olacak mı?
Çok sık olmasa da bunu zaman zaman eserlerimde de yapıyorum. İHTİyar adlı romanımda, Ege şivesi kullandığım bir bölüm var örneğin. Arkadaş muhabbetlerinde Roman taklidi yapmayı da severim. Aslında ben Türkçe’ye aşığım ve onunla ilgili her şeyi seviyorum. Ağız ve şive olayına ayrı bir düşkünlüğüm var. Yazıda aşırısı okuru yorar düşüncesindeyim.
Iğdır’da sahnelenen, “Kör Kütük Aşk” isimli bir tiyatro oyununda Kayseri şivesiyle yaşlı ve şaşı bir kadını canlandırdınız. Oyunu siz yazmıştınız. Tiyatro yeteneğiniz de gerçek tiyatrocuları aratmıyor. Bu konuda bilgi alabilir miyiz?
Teşekkür ederim, elbette. Lisede okurken, okullar arası yarışmada sergilediğimiz bir tiyatro oyunundan sonra Konservatuar Müdürlüğünden bir mektup gelmiş konservatuara kaydolmam istenmişti. Fakat benim öğretmen olma hayallerim olduğundan düşünmedim hiç… Mayıs ayında sergilediğimiz “Iğdır Engelliler Derneği Gecesi” için hazırladığımız o programda da sevgili arkadaşım Eczacı-radyo programcısı Sabahat Karagöz’ün sunumuyla izleyenlere harika bir gece yaşattığımıza inanıyorum. Sadece tiyatro değil koro, şiir gibi etkinliklerimiz de vardı. Oyunu Vali yardımcımız Mevlüt Özmen yönetti. Sayın valimiz “k” harflerini çıkaramayan bana “Sen en iyisi Kayseri ağzıyla oyna, hem oyuna renk gelir.” deyince hemen kabul ettim. Yedi kişilik bir komedi oyunuydu iyi bir ekiple iyi bir iş başardık. Oyun sonrasında: “Bu yaşlı kadını nerden getirmişler, nasıl da yorulmadan oynadı.” gibi söylemler olmuştu. Rolümü iyi yaptığımı izleyiciler tarafından duymak beni mutlu etmişti.
Size yönelttiğim sorularımı yoğun edebi ve mesleki çalışmalarınız arasında, samimi bir lisanla verdiğiniz cevaplar için teşekkür ederim. Yolunuz açık, okurunuz bol olsun sevgili Fatma Çetin Kabadayı Hocam.
Ben teşekkür ederim kıymetli yazar arkadaşım Fatma Türkdoğan öğretmenim… Ben de size hem yazım hem de şahsi hayatınızda başarı ve huzur diliyorum. Okurlarımıza, dostlarımıza da selam olsun, herkesin yolu ve bahtı açık olsun.