MEVSİM: GÜLBAHAR

r o m a n


Nöbetçi astsubay telsiz telefonu makinesi üstüne koyup hızlı hareketlerle ayaklandı. Nöbetçi çavuşa seslendi;

“Hey asker! Gel buraya! Çabuk!”

Nöb. Çvş. Koşarak gelip topuk selamı verdikten sonra, “Emredin komutanım!”  dedi.

Astsubay, “Çok çabuk tabur komutanına git!” diye bir emir verirken kendi kendine, “ Neydi köyün adı? Hah, Kayaköy,” diye mırıldanarak, “Kayaköy’de bir terörist grubun, köye saldırdığını haber ver. Çabuk!” diye tamamladı. Öteki iki askere daha seslenerek, “Onunla gidin!” dedi. Asker hemen harekete geçerken, Astsubay telefonun başına dönerek karısını aradı. “Karıcığım! Dağ köylerinden birinde teröristler baskın yapmış yine. Beni bekleme, yemeğe gelemem herhalde...”

 Makineli tüfeğini ve diğer teçhizatını kuşanıp karargâhın içinden çıkışa doğru yürüyüp gitti.

Çok geçmeden zırhlı araçlar içinde motor gürültüleriyle devriyelerin askeri kışladan çıkıp gittiği görüldü.

Gülbahar, köy sınırındaki avlu duvarlarının ve kaya parçalarının beri tarafında mevzi tutmuş bulunan korucuların yanına yaklaşırken onun geldiğini gören baş korucu hiddetle gelmemesi için işaret yapmaya başladı, ama Gülbahar yanına gelmişti bile.

Başkorucu ona, “Evine dön...”  diye seslendi.

Gülbahar, “Onların peşinden gitmeden böyle bekleyecek misiniz?”  diye karşılık verdi.

Başkorucu, sesini biraz yumuşatıp, “Sen merak etme. Onları yakalamak için askeriye geliyor,”  dedi.

Gülbahar çıkışmayı sürdürerek, “Askeriye gelesiye hududa varırlar onlar,” dedi.

“Askeriyenin hızlı arabaları var. Yetişirler. Merak etme sen. Git haydi evine. Annen kan ağlamaktaymış, onunla ilgilen!”

Gülbahar, gözyaşlarını güçlükle bastırabilmekteydi.

“Annem ağlasın, dursun! Kardeşimin katillerini yakalayın siz...”

Başkorucu, sabrını zorlayarak, “ Evine git...” diye tekrarladı. Sonra, yakınındaki bir korucuya seslendi. “Gani, al götür şu baş belasını!”

Gani, kızı sertçe çekerek oradan uzaklaştırmaya başladı ve köy meydanına geldiklerinde itekleyerek yere düşürdü.

Gülbahar yere yuvarlanmıştı, hemen doğruldu ve adamı yumruklamaya ve sürekli bağırmaya başladı:

“Kaleden öteye gitmelisiniz! Beni duyuyor musun?”

Gani, “ Git buradan! Yoksa burnunu keserim!” diyerek geri döndü.

Gülbahar yerden bir taş aldı, adama doğru fırlattı. Taş adamın sırtına çarptı.

“Yüzünü şeytan görsün senin! Askeriye gelesiye kadar hiçbir yere gitmeyeceğim.”

Gani geri gelip kızı ittirerek bir kez daha yere savurdu. “Canını yakmak istemiyorum. Ama bir taş daha atacak olursan yakacağım. Git!” diyerek yine dönüp gitti.

Gülbahar sağa sola koşturdu. Başkorucuya görünmemeye çalışarak köy korucularına yaklaştı, yakındaki bir evin avlusuna girip avlu duvarına sindi.

Az sonra uğultularla askeri araçlar da geldi. Araçların başında gelen Yüzbaşı, köy dışındaki mevzilerin önünde durdurduğu zırhlı araçtan inerek, kendisini karşılamaya yanına gelen baş korucuya art arda sorular sormaya başladı. Gülbahar o hareketlilik anında onların yanlarına sokuldu.

Yüzbaşı, “Ne oldu?”  diye sordu.

Başkorucu, “Kale harabeleri civarında bir eşkiya grubu görüldü,”  diye yanıtladı onu.

“Çatışmaya girildi mi?”

“Yok.”

“Kimseyi öldürdüler mi? Ölü var mı?”

 Ve o arada yanına gelen Gülbahar’ı umursamadı. Sert ve otoriter tavırlarından yanına sokulunmayacak gibi bir görüntüsü vardı.

“Varmış komutanım. Kayalıkların eteğinde bir çocuk, köyümüzden Ali Elmas’ın oğlu Alican adında bir çocuk…”

Gülbahar, ürkekçe,  başkorucunun lafına müdahale etti.

“Komutan!”

Yüzbaşı bir el işaretiyle beklemesini işaret etti. Gülbahar, adamın baş korucuyla sohbetinin bitmesini bekleyemeyecek kadar sabırsızdı. Sert bir ifadeyle, çıkıştı. “Zaman kaybediyorsunuz! Yapmanız gereken bir şey var!”

Başkorucu, Gülbahar’ı susturmak için elini havaya kaldırarak, “Sen sus!” diye azarladı.

Gülbahar onun tepkisini umursamadan, yüzbaşıya çıkışmayı sürdürdü. “Benimle hemen konuşmalısın!”

Yüzbaşı, şaşırtacak biçimde, ilgili bir bakışla kıza döndü. “Hayırdır? Önemli bir şey mi vardı?”

“Evet!”

Yüzbaşı, “Anlat o halde! Vakit kaybetmeden...” dedi.

“Eşkiyalar kardeşimi vurdular...”

“O çocuğun ablası mısın sen?”

Gülbahar kayalıkları işaret ederek, “Evet... Beraberdik orada,”   dedi.

“Sen gördün mü onları?”

Gülbahar, hızlı hızlı anlatmaya başladı. “Evet. Kardeşimle beraberdik. Ben kaçıp kurtuldum ama kardeşimi yakaladılar. Kurtarmaya çalıştım ama kurtaramadım. İçlerinden birini uçurumdan aşağı düşürdüm ama... Öteki kardeşim tam kaçacakken silahıyla ateş etti.”

Yüzbaşı şaşkınlık ve merakla, “Sen mi düşürdün eşkiyalardan birini? Doğru mu bu? Kaç kişiydiler?”

“Beş, altı kişi kadar varlardı...”

Yüzbaşı yanındaki bir astsubaya seslendi. “Üst çavuşum! Derhal yukarı mevkie hareket ediyoruz! Askerlere emir verin!”

Astsubay,”Emredersiniz komutanım!” diyerek kendi aracına koştururken araçtakilere el kol işaretleriyle hareket emri verdi. “Zırhlı araçlar önden! Yukarıda ki kale kalıntılarında... Çabuk!”

Yüzbaşı koruculara, “Köyü savunma durumunuzu bozmayın siz!” diye emrettikten sonra Gülbahar’a dönerek, “Sen de, şöyle arkada sinerek otur, bekle kızım!”  dedi. O da kendi zırhlı aracına binerek derhal harekete geçtiler. Askeri konvoy tozu dumana katarak, gürültülü bir şekilde tepeye doğru tırmanmaya başladı.

Gülbahar, bir kaya parçası üstünde oturarak onların, eşkiyaları bulup getirmelerini beklemeye başladı. Uzun saatler boyunca, sabırla bekledi. En sonunda, bir askeri cip geldi mevzilere, içinden inen Astsubay, korucuların yanına sokuldu. Gülbahar, koşturup gelerek astsubayla konuşmağa hazırlanırken, astsubay onun konuşmasına fırsat vermeden kendisi konuşmağa başladı.

“Arkadaşlar, terörist grupla sıcak temas kuramamakla beraber Bulanık Çayı boyunca Elazığ istikametinde ilerlediklerini tahmin etmekteyiz. Operasyonlarımız sürecek. Sizler evlerinize, işlerinize dönün ama teyakkuz halinde kalın. Ben görgü tanığı bu kız çocuğunu, Bulanık’a götürmeye memur edildim. İçinizde, velisi mevcut ise bizimle gelebilir.”

Sadık, siperden fırlayıp geldi. “Ben amcası olurum komutanım. Babası Bulanık’ ta Yetiştirme Yurdunda odacıdır. Gelir, babasına teslim ederim.”

“Tamam. Gel sen de.”

Sadık, makineli tüfeğini ve kurşunlarını başkorucuya teslim etti. “Baş efendi, al bunları da gideyim yeğenim ilen...”

Başkorucu, “Tamam, Sadık. Sağlıcakla varın, gidin,” diyerek teçhizatı teslim alıp yanındaki bir başka korucunun eline tutuşturdu.

“Binin araca da gidelim.”

Gülbahar, konuşmak için fırsat bulamamış olmanın sıkıntısıyla bindi.

*

Astsubay, jandarma komutanlığı karargâhında Gülbahar’ı kıdemli bir astsubayın odasına getirdi.

“Başçavuşum! Bu hanım kız Kayaköy eylemcilerini gören tanık. Size emanet... Binbaşım gelip sorgulayacak.”

Başçavuş, umursamaz tavırlarla “Tamam üstçavuşum!”  diyerek Gülbahar’a baktı. Üstçavuş çıkıp gittikten sonra kızı odadaki bir sandalyeye oturttu. “Oraya oturup, bekle!”

Az sonra bir binbaşı geldi odaya. Odadakiler ayağa fırladı, esas duruşa geçtiler. Gülbahar, gelen adamın gördüğü saygıya hayretle bakarak, çekingen ayağa kalktı.

Binbaşı, ona, “Otur kızım, otur!” diyerek onunkinin yanındaki sandalyeye ilişti. “Ben bu taburun komutanıyım. Başın sağ olsun, kızım!”

Gülbahar, adamın hatırlatmasıyla kardeşinin ölümü için bir kez daha hüzünlendi. “Öldürdüler kardeşimi komutanım… Öldürdüler! Zavallı kardeşimi…” Sinirleri birden bire boşalınca hıçkırıklara boğularak titremeye, ağlamaya başladı. “Alican... Kardeşim... Kıydılar kardeşime. Alican’ıma kıydılar, komutanım…”

Binbaşı meraklanarak, “Ali Elmas senin abin miydi kızım?” diye sorarken şefkatle onun başını okşadı.

Gülbahar oturduğu yerde çılgına dönmüşçesine çırpınarak ağlamayı sürdürüyordu. “Alican... Alican, kardeşim... Kardeşim... Kardeşim...”

Binbaşı uzanarak kızın omuzlarından tutup hafifçe sarstı. “Kızım, kendini toparlamalısın. Sorularımıza vereceğin cevaplarla o katilleri tespit edebilirsek, abini öldürenleri yakalayabiliriz. Toparla kendini! Tamam mı?”

Gülbahar ne kadar toparlamaya çalışsa da sinirlerine hükmedememekteydi. “Tamam...”

Binbaşı, “Anladığım kadarıyla, adamları görmüşsün. Senin yanından mı alıp götürdüler abini?”  diye sordu.

“Biz harabelerdeydik.”

Binbaşı, kızın yüzünü görmeye çalışarak konuşmasını sürdürdü. “Harabelerde mi? Ne yapıyordunuz orada?”

Gülbahar, hala hıçkırıklarını tutamamaktaydı. “Keçilerimizi güdüyorduk...”

“Ali Elmas ile ikiniz mi?”

“Evet...”

“Hüsrev kim?”

“Hüsrev dayı mı? Onlar babamla Bulanık’ a indilerdi sabah erkenden. Biz kardeşimizleydik.”

“Kardeşinle mi, abinle mi? Ali Elmas senden epeyi yaşlı da...”

“Yok. Onbir yaşında o...”

Binbaşı şaşkınlıkla başçavuşa bakakaldı.

*

( Alican Kim.... başlıklı yazı AliKemal tarafından 27.11.2015 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.