Kaygı addedilen ne çok
olgu uzağında durmaya çalışsak da ister istemez müdahil olduğumuz.
Sırnaşık bir eylem
aslında yaratılan o hicap: Bir yükün tasviri kadar ağır mı yoksa pamuk kadar
engin bir hacmi olan bir yanılgı mı?
Hadi, söyleyin bir kilo
pamuk mu ağırdır maliki olduğumuz ruh mu?
Derinlerin
ulaşılmazlığında aslında kopan şu kasırga her ne kadar günlük güneşlik olsa da
gök kubbe ki sanırım Yaratıcının gönül odası olduğundan her başımızı
kaldırdığımızda gözümüze çalınan o mavilik sonsuza giden bir mihrap kadar bir
ucunda biz bir ucunda Tanrı.
Meleklerin varlığı
aslında yüreğin ağırlığını paylaştığımız hele ki her incinişimizde içimizden
geçen o ‘’ah’’. Mazlum olmak belki bu yüzden fazla hicap duyulası bir duygu
değil çünkü gerçek o ki yine yanında Tanrı o ezilen yüreğin.
Bir dokunup bin ah
işitemezsiniz inanın ki zira her birini ekledikçe birbirine göğe merdiven yapmaktayım
ve asılıyım en ucunda eninde sonunda ulaşacağıma kani olduğum o bilinmezlik
iken aidiyet duygumu pekiştiren.
Ucu yanık mektuplarımı
okuduğunu biliyorum Tanrı’nın ve sitem ettiğini de her yanlışımda bu yüzden
algılarımı asla kapamıyorum her ne kadar gizil kimliğimin tanıklığında yol
alsam da gönülden gönüle her ne kadar hissetmese de zaman zaman aşkın erbabı
dostlarım.
Salkım saçak ne varsa
çoktan sallantıda gittiğinden beri son yolcu. Bir sonraki kim bilemem lakin
bildiğim bir şey var ki yol çok uzun bu yüzden nöbetteyim gece gündüz her ne
kadar sakil ve sefil hissetmeme sebebiyet verilse de.
Raks eden bilinçaltı
güdülerin eşliğinde ayrıştırdığım onca çer çöp miadı dolan bir gönlün arka
perdesinde konuşlandığı satırlarda ayan beyan haykırmakta adımı. Her ne kadar
duymazdan gelsem de çığırtkan Çingene kadınları hep ama hep aynı şarkıyı
söylemekte. Bir derken iki derken yirmi dört saat kulaklarımı çınlatan. Bu yüzden
adımın geçtiği her şarkıda meşk ediyorum: Kâh derviş ruhum kâh çarpıtıldığım
tüm o imgeler ile donattığım gönül bahçemde bir aşağı bir yukarı arşınlıyorum
yolu.
Kelimelere sığındığım
her yeni gün biliyorum ki miracım.
Sustuğum her saat
biliyorum ki mizacıma çok aykırı.
Aykırı bir düşün
kaçıncı perdesi kestiremez oldum inanın ki bu yüzden rakamlarla ilişiğimi
kestim oysa sayılar hep ilgi alanım olmuştur. Belki önümdeki T cetveli ya da
hacmini hesapladığım o bulut yığını ve devleşen kaygılarım git gide yaklaştığım
o edim yüklü döngü.
Akıl yürüttüğüm her
problemde karşılaştığım bilinmezlik katsayısı belki de içimdeki çocuğu sabit
değişken kılan. Sağ elimde kırmızı bir balon sol elim annemin kucağında ve
ıslak gözlerimi kırpıştırırken gözümü alamadığım o alacakaranlık kuşağı bin bir
hayaletin cirit attığı bir imge yığını olsa da adlandıramadığım ne çok ölçüt
önce ruhumu saran sonra evreni ve nihayetinde yalıtıldığım birliktelikler.
Edimlerim hatta mahkûm edildiğim zaruretler ve kıyısında hüznün ellerimle
yıktığım kumdan kaleler ve asil şövalyeleri ardına gizlenmiş Kaf dağının ben
nöbette iken bir türlü gelmek bilmeyen.
Ellerimle çizdiğim o
yolun kaçıncı dönemeci kim bilir görmekten hicap ettiklerimle yolumun kesiştiği
ve sadece bir ağaç kovuğuna sığınmak kadar olağan benim için gerisin gerisin
kaçmak.
Nedenleri ve niçinleri
yalıtamadığımdan belki de bu vakur duruşum fazlasıyla yadırgansam da. Elime
geçen sadece hiçlik aslında her yazının ertesinde hissetsem de mutluluğu
elimden almak istedikleri gün kadar aşikâr diğer yandan ve yavrusunu kol kanat
germiş bir anne niyazında kelimelerim tükenmek bilmemekte. Donanımlı bir ruhun
sıra dışı korkusu mu yoksa kaybetmenin eşiğine her geldiğimde? Neyi kaybedeceğim
çok bariz: Keşfedemediğim o küçük kız çocuğunun çalınmış hayalleri mi yoksa
beni girdaba sokan bu yüzden sığınıyorum gökteki bilinmeze hem de kendimi
bildim bileli.
Hep sorardım
küçükken:’’Tanrı nerede?’’
Cevabını duymadan
sadece göğe kaldırır başımı ve boydan boya süzerdim evreni görebildiğim
kadarıyla ve bilirdim beni yukardan çağırdığını. Korkup sevdiğim tek varlık.
Sevip beni koruyan yegâne güç. Ve çağladıkça içimdeki sevgi hele ki
bölüşemezken tüm yükümü alan ve beni her halükarda kabullenen. Neden
konuşmadığı hep zihnimi kurcalamıştır sanırım verecek cevabı olmadığı için ve
bildiklerimi bilip de yüzüme haykırmazken yoksa nasıl sahip olurdum İlahi
Aşk’a.
Pessoa’nın vurguladığı
şu cümleye bakar mısınız?
‘’Bunu acı, ironik bir
öngörü söylüyor bana, aynı zamanda bu kesin bir gerçeklik olduğu için zihinsel
yönden de avantajlıyım.’’
Ne amaçla telaffuz
ettiği belli olmasa da sığınağımda güçlü bir imge yığını söylediği bu cümle
yürekten inanıp desteklediğim ve savımı kolaylıkla savunabileceğim.
Sevmek iken evrenin
varoluş amacı ne gerek var nefrete deyip geri çekildiğim kaçıncı muharebe kim
bilir ve aklıma düşen üç savaş:’’Bedir, Uhud, Hendek’’
Ne alakası var demeyin
mademki Peygamber efendimizin ümmetiyiz her birimiz değil miyiz kendi
doğrularımız uğruna bireysel savaş veren.
Kan dökmesek de gözyaşı
akıtıyoruz ve sefil varlıklarımız yeri geliyor esir düşüyor. Esir almasam da
esir verdiğim duygularım bazen hüzne gebe bazen eşsiz bir mutluluk yüzüme
gözüme bulaşan her ne kadar sık sık dışarı yansıtmasam da. Ama tek gerçek
çalıntı olmadığı mutluluğumun ve girizgâhtaki tüm umutsuzluk yerine
konuşlanıyorum gönül bahçemde boydan boya umut tohumları serpiştirmişken.
Acıyı muştulamak hiç de
zor değil hele ki sahte, yararsız ayrıntılar ile donatılmışken evren gerçeğe âşık
oluyoruz belki bir insan belki bir edim belki de bir hayal. Yine de posasını
çıkardığımız her eski gün biz bir sonrakini büyük bir şevk ile beklerken.
‘’…düşlenmiş imgeler
dünyasından, eşit paylar alarak doğmuş bilgeliğim ve hayatım.(Pessoa)
Nizamı yitik olsa da
zaman zaman ya da devrik bir sevda iken peşine düştüğümüz düşsel yolculuğumuz
sürdükçe payidar olacak varlığımız ve umutlarımız.