1.Sahne:Deniz Sahili(Dış-Gün)… Karlarla örtülü sahilde
elleri ceplerinde dikilerek dalgın halde önündeki uçsuz bucaksız denizi
seyretmekte. Kamera ağır hareketlerle ona yaklaşır. Bu görüntü üstüne düşen
kafa sesi: “Michael Sullivan için anlatılan pek çok hikaye vardır. Bazıları
onun nazik bir adam olduğunu söyler. Bazıları, onda hiçbir iyi yön
bulunmadığını söyler. Ama ben onunla yolda altı hafta geçirdim. Bu bizim
hikayemiz…” Kamera, sahildeki adamın kafasında iken geçiş.
2.Sahne:Fabrika Önü Nizamiye(Dış-Gün)Müzik ve jenerik… Her
taraf bembeyaz kar. Güvenlik Görevlileri gelen işçilere nezaret ediyor ve arada
tanıdık işçilerin selamına karşılık veriyorlar.
İşçilerden bazıları:-“Günaydın! Hayırlı işler!”
Güvenlik Gör. :
-“Günaydın! Size de…”
Nizamiye dışında, yolun kenarındaki kaldırımda seyyar
satıcılar… Aralarında, üç tekerlekli bisiklet üstündeki tablada istiflenmiş
gazeteleri satan gazeteci çocuk. Sullivan… Sıkı giyinmiş ve bir kaşkolle yüzünü
sarmıştır.
Sullivan : -“Gazete! Gazete!”
Zaman zaman gazete alan işçiler.
İşçilerin hareketliliği çok geçmeden bitiyor. Güvenlik
görevlileri büyük kanatlı kapıyı kapatıyor, geç kalmış tek tük işçiler
için yandaki küçük kapıyı açık
bırakıyorlar. Son bir geç kalmış işçi de o kapıdan fabrikaya girerken, gazeteci
çocuk gazeteleri toparlayıp bisikletin kasasına yerleştiriyor. Bisiklete
biniyor, hareket ediyor. Cadde boyunca –jenerik bitinceye kadar- uzaklaşıyor.
Jenerik biter bitmez kesme ile geçiş…
3. Sahne: Market (İç-Gün)… Marketçinin gözüyle dükkanın
önüne yanaşan üç tekerlekli bisikletten inen çocuğun kasadaki gazeteleri
koltuğunun altına alarak marketten içeri girişini seyrederiz. Gazeteleri
getirip marketçinin önündeki tezgaha koyar. Marketçi gazeteleri sayarken,
cebindeki paraları çıkartır, tezgahın üstüne koyar. Gazeteleri saymayı bitiren
marketçi, bu defa paraları sayar. Sonra onların içinden ayırdığı yedi buçuk
lirayı Sullivana iade eder.
Marketçi: -37 gazete yedi dörtyüz eder. Al sana yedi beş
yüz.
Sullivan: - Teşekkür ederim!
Marketçi, gazeteleri, marketteki gazete tablasına götürmek
için oradan ayrılır. O arada Sullivan, tezgah üzerindeki şekerlemelerden bir
tane aşırıp cebine sokuşturur. Marketten çıkışa yönelir.
Sullivan: -Hayırlı işler!
Marketin kapısı arkasından askılıktaki sırt çantasını alır,
kollarından geçirir, kapıyı açıp çıkar, gider.
*
Evet! Azap Yolu filmi bu şekilde başlıyordu.
Prof. Dr. Ali Cantürk’ün aşina olduğu bir başlangıçtı bu. O,
ilkokulu bitirdiği yıldan liseyi bitirdiği yıla kadar tam yedi yıl, her gün,
her sabaha istisnasız aynı şekilde başlamıştı; aynı şekilde kazandığı yedi
buçuk liralar ile hiç kimseye muhtaç olmaksızın okuluna gidip gelebilmişti. Bu
işten kazandığı paradan başka okul hayatını sürdürebilmesini sağlayacak hiçbir
geliri yoktu.
Büyüdükçe edindiği arkadaşlarının “baba” diyerek kucağına
koştukları adamlardan bir tane de onun için gerekiyor muydu? Neydi baba? Bir
babası var mıydı? Bir dönem sadece bunu merak ederek büyüdü. Nihayet, annesine
sormayı akıl ettiği zaman aldığı buz gibi soğuk bir cevapla dona kalmıştı:
“Senin baban öldü!” Henüz otuz yedi yaşında iken terk-i diyar edip genç
karısını tek oğluyla beş parasız bir halde baş başa bırakan adamın yerine
hiçbir zaman bir başka baba getirilmemişti. Kadın, hayatına sokup ilgisini elin
adamına yöneltmektense sadece Ali’si ile ilgilenmeyi tercih etmişti. Kadının
temizlikçi, ya da çocuk bakıcılığı gibi işlerden kazandığı ile yarı aç, sefil
bir hayatı ancak idame edebiliyorlardı.
İlkokulu bitirdiği yılın yazıydı. Veresiye defterinde kayıtlı
aksatılan borçlardan dolayı yazdırarak bir ekmek dahi alamadıkları market
sahibi Ahmet, çocuğun yevmiyelerinden alacaklarını tahsil edebilmenin
kurnazlığıyla onu “gazete dağıtıcılığı” işinde ikame etti. Önceleri
kahvehanelere, evlere abonelerin gazetelerini dağıtarak başladığı bu işinin en
son aşamasında fabrika nizamiyelerinin önünde fabrika çalışanlarına gazete
satmaya kadar vardırdı işi. Okulunun açık olduğu dönemlerde de sabah ezanıyla
birlikte okul saatine kadar iki, üç saatlik bir mesaiyle devam ettirerek, okul
harçlığını bu yolla görmeyi sürdürdü. Annesinin de haftada bir, iki gün evlere
temizliğe giderek sağladığı katkıyla, bir daha veresiye defterine kaydettirerek
ekmek almaya ihtiyaç duymadan Azap Yolu’ndaki yolculuğu sürdürebildiler.
Lise bittiği yıl kazandığı Hukuk fakültesi öğrenciliği
döneminde, çıkılan yeni Azap Yolunda, yolculuğu fakülteden sınıf arkadaşı
Sebil’in avukat babasının yanında, onun ayak işlerini yapıp para kazanarak
sürdürdü. Okulu devam mecburiyeti olmayan bir okuldu ve çalışma hayatıyla
birlikte okulu istediği gibi yürütebiliyordu. Neticede okulda kalarak akademik
kariyer yapmaya karar verdikten sonra da, ayak işlerinde bir büro elemanı
olarak değil ama, bir avukat olarak gene aynı adamın ayak işlerinde çalışmayı
sürdürerek, mezun olduğu okulun bir öğretim görevlisi olmayı başardı.
Azap Yolu’ndaki yolculuğunu tamamlamış, meslek ve kariyer
sahibi Ali’nin annesinin, oğlunun değişen hayatıyla birlikte, adeta karakter
değişimine uğradığı görüldü. Kadın, tam bir kokana olup çıkmıştı. Hele kat kat
süründüğü boyalar onu adeta bir palyaçoya dönüştürmekteydi. Ali, annesindeki bu
hallerden dolayı çok üzülmekteydi.
Ali, Sebil ile evlenmek isteğini belli etmeye başladığından
itibaren, Ali’nin bu arzusunun önüne akıl almayacak engeller koyarak, her
seferinde oğlunun sadece kendisine ait olmasını sağlamaya çalıştı.
Ali, aşık olduğu kızla, annesinin türlü mazeretlerine rağmen
evlenmekte ısrarcı davrandı.
Ali, Sebil’e evlenme teklif ettiğinde, Sebil, annesiyle
birlikte yaşayan Ali’nin annesine düşkünlüğünü bildiğinden, “ben kaynana,
maynana ile uğraşamam. Benim evimde kaynananın yeri olamaz!” diyerek, yapılan
teklife olumlu bir yanıt vermedi.
Ali’nin içi sızlamıştı bu yanıttan, ama bir cevap vermeyerek
suskun kaldı.
Sebil ısrar ederek, “ne diyorsun?” diye sordu. Ali’nin
suskunluğu sürdürme ısrarı üzerine de, “susma!” diye terslendi. “Cevap ver!”
Ali, anlamamış gibi, “Neye cevap vereyim?” diye sordu.
“Dinlemedin mi beni? Annenle birlikte oturmam, dedim. Anneni
ayrı oturtursun!”
Ali, başını sallayarak, “seni bunun için çok seviyorum ya
Sebil,” dedi. “Açık sözlü, açık kalplisin.”
*
Ali, kıza sempatiyle baktı. “Ne var ki, ben annemi terk
edemem,” diye tamamladı lafını.
Sebil, yapılan tercihi saygıyla karşıladı. “Bu durumda
kusura bakma ne olur.”
“Arkadaşlığımız da çok önemli benim için. Biliyorsun, senin
ve babanın destekleriniz olmasaydı, bu noktaya gelmem kabil olmazdı. Sizin
dostluğunuzu kaybetmek istemem.”
“Biz de senin dostluğundan hoşnuduz Ali’ciğim.”
Ali, aklına gelen muzipliğin etkisiyle kendi kendine
gülümseyince, Sebil merakla, “niye gülümsedin öyle?” diye sordu.
Ali, açıklamaya karar verdi. “Sebil’ciğim, benim annem
eskiden beş vakit namazında mutaassıp bir kadındı. Nasıl ki, ben kariyere
başladım, kendisinin de değişim göstererek biraz süslenmeye başlaması
gerektiğini mi düşündü, ne, hiç de hoş olmayan kılıklara bürünür oldu. İnan ki,
o süründüğü boyalarla, rujlarla kendini ne kadar çirkinleştirdiğinin farkında
bile değil.”
Sebil, onun anlattığı bu kadın tiplemesinden hoşnut,
gülümsedi. “Beni böyle bir kokanaya gelin edecektin bir de utanmadan.”
“Hah! Ben de tam onu teklif edecektim sana. Anneme gelin
adayı ol!”
Sebil, şaşırarak, “Ama Ali’ciğim, konuştuk ya,” diyerek
karşı çıktığında, Ali,
“Gelini olmayı konuştuk. Şimdi, sadece gelin adayı olmanı
istiyorum. Geçici bir süre için. Yani, annemi, o eski anemin şekline döndürmek
için…”
Sebil, gülmeye başladı. “Anladım ben… Sen, kötü bir gelin
adayından kurtulmak karşılığında annenle bir pazarlık yapmak istiyorsun
galiba…”
Ali boyun bükerek, “ne dersin? Oynayabilir misin kötü
gelini?” diye sordu.
“Bayılırım.”
*
Karşı dairelerinde oturan en yakın komşusu, bir ihtimal
üzerine kulağını çekti annenin. “Oğlun, şayet o kızla evlenecek olurlarsa,
karşı koymakta ısrarcı olma şekerim! Ayrı bir ev açarlar da, oğluna bir el
koyarsa, vallahi, saçını süpürge edip bu günlere yetiştirdiğin oğlun, bir
bakmışsın, avucundan uçuvermiş…”
Bu komşu uyarısı iyi olmuştu; şayet oğlu evlenmekte kesin
kararlıysa direnmeyecek, kızın eve gelmesine katlanacaktı.
“Sonra?”
“Sonrasına bakarız; Allah kerim!”
Eve gelecek yeni gelinle oğlunun yatak odalarını kendi
elleriyle düzenleyerek oğlunun evlenme isteğine ilk yeşil ışığı yaktıktan
sonra, sıra çabucak, kızın oğluyla evlenmesine gelivermişti.
Ev, ana cadde boyunda bir koca salon ve üç buçuk odalı bir
apartman dairesiydi. Üç odadan ikisi, üçüncünün ancak üçte ikisi kadar, sandık
odası olarak inşa edilmiş aydınlatmaya bakan küçük oda da onların yarısı
kadardılar. Taşındıkları günden beri o üçüncü büyük odada anne barınmaktaydı. Diğer iki odadan
birisinde yatıp kalkan Ali, diğer odayı da çalışma odası olarak kullanmaktaydı.
Ali’nin yatıp kalktığı odayı geliniyle oğlunun yatak odası
olarak yeniden dizayn eden anne, Sebil’e gene de yaranamamıştı.
Sebil, yaşayacağı evin hazırlığına bir göz gezdirmeğe
gelmişti. Çat kapı odasına giren oğlu ile kızın konuşmalarını dinlemeye
başlayan anne tam bir şok hali yaşamaya başladı.
Sebil, “bu oda evin en büyük odası değil mi?” diye sordu
Ali’ye.
Ali, kem küm ederek, “annemin odası,” diyebildi.
Sebil, olanca hoyratlığı ile, “ne münasebet!” diye çıkıştı.
“Yalnız bir kadın için ne gereği var böyle bir odanın? Bu oda bizim yatak
odamız olmalı!”
Ali, “benim odamı yatak odası olarak hazırlamıştım ama…”
derken,
Sebil, onun sözünü keserek, “orasını çalışma odası olarak
kullanacağım ben!” diye çıkıştı.
“İyi ama… Aneme de bir oda gerek.”
Sebil için, onun annesinin herhangi bir değeri varmış gibi…
“Anneniz, daha büyük bir eve taşınıncaya kadar sandık
odasında kalsın!”
Anne, oturduğu yerde tepeden tırnağına kadar irkildi.
“Sandık odasında mı?” diye bir inilti çıktı ağzından. “Olacak şey mi bu!”
“Niye olmasın efendim? Bir tek kişisiniz. Bu koca odayı
işgal etmeniz, asıl olmayacak şey!”
Kadın put gibi kalakaldı. Bir kenarda sakin sakin sigara
içmekte olan Ali’ye baktı, göz göze geldiler. Oğluna, annesin niçin
kollamadığını, böyle züppe bir kıza niçin ezdirdiğini sorgular gibiydi
bakışları. Oğlunun onu sahiplenmeyişi ile tam bir çaresizliğe düşmüştü.
Davetsiz misafirleri odadan çıkıp gittikten sonra kendini yatağı
üstüne atarak hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Ne oluyordu? Ne olmuştu bu oğlana
böyle? Şımarık bir kızın elinde oyuncak olmuştu. Ne günlere kalmıştı, yarabbi!
Hıçkırıkları şiddetlendi. Sonra duruldu.
Kız çekip gittikten sonra, oğluyla konuşmayı denedi.
Gösterilen muameleden dem vurarak, “gördün mü, nasıl da
soğuk davrandı? Pek geçim olmaz bu kızla ya, sen bilirsin…” diye şikayette
bulunmaya kalkışınca, oğlu,
“Kötü muamele göreceğini düşünüyorsan, tut bir oda, taşın,
ayrı otur madem,” deyiverdi.
Oğlunun bu tavrı çok ağrına gitti ya, yapabileceği bir şey
de yoktu ki! Sesini kısıp oturmaktan başka… Koskoca Ali Cantürk’ün annesiydi
güya, şuraya bak, dağdaki gelip de bağdakini kovmaya çalışıyordu. O evladını bu
boya getirince kadar neler çekmişti, neler. Tam rahata kavuşup, saltanat
sürmeyi düşünürken, saltanata bir el kızı gelip konacaktı. “Allah yazdıysa
bozsun!”
Daha sakin düşünmeye başladı. “En doğrusu, kızla
takışmaktansa suyuna gitmek.” Öyle ya,
kız, “ya annen, ya ben!” diye dayatıverirse, Allah muhafaza böyle bir evlat onu
sokağa da atıverirdi.
İçini boşalmak için gittiği ahbabı komşusundan gelen yeni
nasihat de denemeye değerdi. Kadın, “oğlunla aralarına soğukluk düşürsen,”
diyordu.
“Nasıl yani?”
“Muska yaparak. Tanıdığım nefesi çok keskin bir hoca var…”
“Hiç durmayalım madem! Hemen yaptıralım muskayı!”
Aceleyle gidilen hoca efendiye derdini öyle bir anlatmıştı
ki, adamcağız ona duyduğu acımayla, herkese iki yüz dolara yazdığı muskayı yüz
dolara yazıvermişti; hem de, sırf soğukluk için değil, oğlunun kendisinden bir
daha ömrü boyunca kopamayacağı bir sıcaklık için de…
Sebil, yaşayacağı eve ziyaretlerini, kadını bunaltırcasına
sıklaştırmaya başlamıştı ve her gelişinde kadını rencide edecek bir konu bulup,
kendinden iyice nefret duymasını sağlamıştı. Ali ise olanları, öküzün trene
baktığı gibi sadece seyrediyordu.
En son olayda, odasına sorgusuz girip çıkan gelin adayının
şık giyinmesi ve süslenmesi ile ilgili olmayacak laflar etmesi, bardağı iyice
taşırmıştı.
“Gördün mü gelin diye getireceğim dediğin cadıyı, anneni en
sonunda genel ev kadınları gibi boyanıp giyinmekle de itham etti! Yazıklar
olsun sana Ali, senin için verdiğim emeklere yazıklar olsun Ali! Sütümü haram
etmiyorum ya, senin için tükettiğim ömre yazıklar olsun Ali!” diye diye öyle bir
feryat etmeye başladı ki, Ali oynadıkları oyunu neticelendirmeye karar vererek
annesiyle tartışmaya başladı.
“Kız haklı be anne! Böyle allıklar, pulluklar yakışıyor mu
sana? Mutaassıp bir kadındın sen, böyle birde süslenip püslenmeye neden ihtiyaç
duymaya başladın sanki!”
“Ben, oğlum mevki, makam sahibi oldu, bakımlı olayım azıcık
diye…”
“Ben, eskisi gibi giyinmeni, örtünmeni tercih ederdim!”
Kadın öfkesi burnunda, “görürsün sen, daha da açık saçık
giyinmez miyim ben… Görürsün sen,” diyerek söylenmeyi sürdürürken, Ali, bir an
da karşı atağa geçti.
“Bak anneciğim, seninle bir anlaşma yapalım.”
“O sürtükle bizi baş başa koy, huzur evlerine git mi
diyeceksin a hayasız…”
“Yok, tam tersi… Sen bu süslenmeyi, giyinmeyi terk edip gene
mütevazi giyinmeye, örtünmeye karar verirsen, ben de o kızı almaktan cayarım!”
Kadın, yanlış mı duydum acaba, der gibi baka kaldı oğluna.
Ali, tekrarlayarak, “böyle giyinip süslemeyi terk edecek
misin?” diye sordu.
Kadın, kulaklarına inanamayarak, “e yani? Öyle edersem, vaz
mı geçeceksin o kız ile?” diye sordu.
“Evet!”
“O cadıyla evlenmekten vaz geçersen, iste, çarşafa bürüneyim
be oğlum!”
“Çarşafa değil… Aşırılıklardan uzak dur, yeter…”
“Tamam… Sen nasıl istersen öyle giyinirim. Sen de
bırakacaksın o kızı ama…”
“Bırakacağım, söz…”
Kadıncağız, sevinçten öyle bir ağlamaya başladı ki, insana,
sevinçten de böyle hüngür hüngür ağlanırmış dedirterek…
Oğlu odasına çekilip de, ev sessizliğe büründüğünde, dış
kapıyı sessizce açan kadın, karşı dairede oturan ahbabını ziyarete gitti hemen.
Komşu kadın, kapıyı açıp içeri buyur ederken müjdeyi yapıştırdı hemen: “Kız
senin hocanın nefesi esastan da keskinmiş vallahi! Oğlum, terk retti o
afişteyi!”
İki kadın sevinçle sarmaş dolaş olarak kutladılar nefesi
keskin hoca sayesinde bu felaketin defedilmesini.