Askerliğimi müzisyen olarak Çorlu orduevinde yapıyorum. Orduevinin lokanta olarak da kullanılan büyük salonunda tatbikat var, (belki hatırlarsınız şu Hora olayını, tatbikat onunla
alakalı) her yan harita ve giriş yasak.
Bizim
kulisin kapısına da üç pırpırlı bir astsubayı nöbetçi koymuşlar. Kolluk nöbetim
var, ama bu sakin ortamdan istifadeyle kaçıp, çarşıya dolaşmaya çıkacağım.
Sivil kılıklar ise kulisteki dolabımda.
Kulisin
kapısına varıp içerden sivilleri almama izin vermesi için Üstçavuşa başlıyorum
dil dökmeye; "ben bilmem komutan bilir," diyen krolar bunun yanında
melake. İzin vermiyor.
"Puşt
herif!" diyorum ve uzaklaşıyorum oradan.
Tatbikat akşam saatlerinde bitiyor. Tatbikata katılanlara bir gece düzenlenmiş, biz de orkestra olarak yemek müziği, dans müziği filan üstümüze düşeni yapıyoruz. İstanbul’dan da Ertan Anapa ile karısı (yanlış hatırlamıyorsam onun adı da Funda Anapa idi) getirilmiş, bir güzel onlara da eşlik ediyoruz, iniyoruz sahneden.
Herkes dağılıyor, sessizliğe bürünüyor her
taraf. Kollukla kapılardaki nöbetçileri bir kontrol edip, gidip yatacağım
artık... Yatabilirsem!
Gündüz,
"puşt" dediğim astsubay, almış iki arkadaşını yanına, orduevi
avlusunda karşıma dikiliyor. "Puşt" kavgası tez başlarmış, öğrendim,
çünkü “aman” dilenmeme bile fırsat tanımadan girişiyor, “puşt herifler!” Ben
bir vuruyorum, onlar üç, üç bir mağlup tamamlıyorum kavgayı, ama gözlerimi de
hastanede açıyorum maalesef...
O
kavgadan hatırlayabildiğim en belirgin şey, orduevi bahçesindeki otomobillerin
altı. Onlar mı yatırıyordu, yoksa ben mi kaçıyordum kedi misali, bilemiyorum...
Her neyse, hayatım boyunca yediğim en kutsal dayak bu oldu, tadına hala
doyabilmiş değilim...
O
dayağın yararı da oldu bana. Dayaktan yirmi yedi gün sonra tezkereye
çıkacaktım, ama üç gün sonra, yani yirmi dört gün erken çıktım; çünkü,
kaldırıldığım hastanede bir ay hava değişimi verdiler.
Sivile
intikalimden kısa bir süre sonra memuriyete girdim. Oğlum, eşim ve ben, cicim
aylarının keyfindeyiz. Askerliği de, kutsal dayağı da çoktan unutmuşum… Tabii
ki, postacı, unutmayanların tanzim ettiği bir sarı zarfı getirip teslim
ettikten sonra, açıp okuyarak hatırlayıverdim. “Üstçavuş Mehmet bilmemkime
çartcurt yaparak curt cart… on iki gün hapis cezasıyla şakırt…” diye bir yazı
göndermişlerdi.
İşime
yansıtmadan, yani haber vermeden, eşim hasta, ona destek olacağım, diyerek
aldım yıllık iznimi, (izin hakkım yirmi gündü) girdim mahpushaneye.
Kapıdan
girdikten sonra gardiyanlar tarafından sorulan ilk soru: “Sağcı mısın, solcu
musun, hemşerim?”
Cevabım,
doğrunun dikalası: “Sağcı da değilim, solcu da; ben Atatürkçüyüm!” Ben
Atatürkçüyüm, derken göğsümü şöyle bir ileri attığımı da hatırlıyorum.
Ama, gel
gelelim bu muteber bir cevap değil. “Olmaz!” denilerek itiraz ediliyor hemen.
“Onlar için bir yerimiz yok! Ya sağcı olmalısın, ya solcu!”
Buyur,
buradan ye! “Ortası yok mu bunun?” diye soruyorum.
“Yok,”
diyorlar. “Cezaevinin üst katı sağcılara ait, alt katı solculara ait. Devlet
baba bir üçüncü kat inşa ederse, oraya da Atatürkçüleri koymaya başlarız.”
“Zor
olur o hemşerim, “demekle yetiniyorum, içimden, "nah koyarsınız!"
derken.
Eh, yıl bindokuzyüzyetmişyedi; ta o günden bilemezdim ki, iki bin on ikide Atatürkçülerin hapishanelere doldurulacağını!
“Siz nerede yatmamı tavsiye edersiniz?
Sağcıların arasında mı yatayım, solcuların mı?” diye ısrar ederek sorunca,
adamlar, istediğim tavsiyede bulunuyorlar.
“En
iyisi mi solcularla yat sen hemşerim, Atatürkçülük sanki solculuğa biraz daha
yakın gibi sağcılıktan…”