Yorgunluktan migreni tutmuş gözlerini açamıyordu. Nöbetinin bitmesine yarım saatten az bir süre vardı. Yeni gelecek olan tıbbi sekretere nöbeti devretmeli ve bir an önce acil servis katına inip bir iğne yaptırmalıydı yoksa bütün günü berbat geçecekti. Buse bu hastanede çalışmaya başlayalı sekiz yıl olmuştu, artık bütün çocuk acili çalışanları ve acil servis doktorları onu tanır hale gelmişti.

     - Merhabalar, hayırlı sabahlar.

     - Teşekkürler beyefendi. Nasıl yardımcı olabilirim?

     "Tam da sırasıydı. Nöbetim bitecekken bu da nereden çıktı?" diye düşünmeden edemedi. Baş ağrısı zaten konuşmasına bile etki ediyordu. Bir an önce ağrı kesici bir iğneye ihtiyacı vardı.

     - Kayıt işlemimiz vardı.

     - Kimliğinizi alayım lütfen.

     Bilgisayar ekranına bakmakta zorluk çekiyordu. İlk defa bu hastaneye gelmiş olmasından dolayı işlem uzun sürecekti, belli idi.

     - Beyefendi, Burak Yılmaz'ın nesi oluyorsunuz?

     - Amcasıyım.

     - İlk defa hastanemize geldiği için birkaç soru sormam gerekiyor.

     - Buyurun hanımefendi.

     Yazılar ve sayılar sanki gözünün önünde uçuşuyordu. Başı gövdesinde durmakta zorlanıyordu.

     - Adres ve telefon numarası...

     Buse arkadaşı Özlem'in geldiğini fark etti. Bu kızı hiç sevmezdi ama ilk defa bugün onu gördüğü için bir hayli mutlu olmuştu.

     - Sistemde küçük bir hata oluştu beyefendi, biraz beklemeniz gerekiyor.

     Adam kafasıyla onu onaylarken tebessüm ediyordu, bu durum fazlasıyla rahatsız etmişti Buse’yi. Yanına yaklaşan arkadaşına durumu anlatarak işleme devam etmesi için rica etti, bu kız ilk defa Buse’ye acımıştı sanki, itiraz etmeden kabul etmesinden belli idi. Buse hemen yerinden kalkarak hemşire odasındaki dolaba doğru ilerledi. Dolabını açarak sadece hırkasını ve çantasını aldı, üstünü değiştirecek hâli bile yoktu. Acile doğru ağır adımlarla ilerliyordu. Mevsim değişikliğinden dolayı bütün çocuklar grip olmuştu. "Ben bu yaşımda bu ağrılara dayanamazken onlar nasıl baş ediyorlar," diye geçirdi bir an aklından

     - Buse Hanım migrenin mi?

     - Evet, Selçuk Bey. Artık Buscopan ve Muscoril’in bir faydası olmuyor sanki.

     - Buse Hanım, bu normal bir durum çünkü bir müddet sonra ilaç dozları bünyede alışkanlık yapıyor o nedenle de etkisi azalıyor.

     Buse bunu duyduğuna çok üzülmüştü. Demek ki artık ilaçların bir faydası olmayacak, belki de bu ağrılarından dolayı işinden bile olacaktı. Şu an düşünmek istediği tek bir şey vardı, o da karanlık bir oda ve sıcak bir yatak.

                                                                   …

     Sonbaharı sevmezdi Buse. Nasıl sevsin, her sonbahar babasının hatıraları canlanırdı gözünde. Bu yıl, tam beş yıl olmuştu. On iki eylül sabahı kaybetmişti en sevdiği adamı. Beş yıldır hiçbir erkek, ne aşk ne de baba olabilmişti ona. Bir gün tökezlemekten korkuyordu ama bu yılın eylülü farklıydı. Cemil bir nöbet sabahı görüp sevmişti onu, o gün bu gündür de peşindeydi Buse’nin. Ama işte bu Buse, ah Buse ah... Kendinden ödün vermeyen asi biriydi. Sarı saçlarını bir savuruşu vardı ki "Küçük dağları ben yarattım," der gibiydi.

     - Günaydın.

     - Ooo Buse, bu ne güzellik böyle.

     - Her zaman ki hâlim tatlım.

     Ağız dolusu kahkahalar attılar çünkü bugün farklı bir gündü. Herkes baştan aşağı süzüyordu Buse’yi, turkuaz yeşili belden oturtmalı dizden elbisesi, siyah ince topuklu yarım çizmesi onu tamamlayan deri montu ve çantası ile mağaza vitrininden fırlamış gibiydi. Boyunun kısalığı bile artık bu kıyafetle belli olmuyor gibiydi.

     - Buse yoksa yemek teklifini kabul mü ettin?

     - Bu kadar ısrara dayanamadım. "Bir şans vermenin zamanı geldi," diye düşündüm.

     - Aferin kız sana, iyi yaptın.  Bir kereden bir şey olmaz zaten.

     - Hep öyle olur ya. Bir kere gör, bir kere sev, bir kere bağlan... İlkler umursanmaz ama aslında en önemlisidir ilk. Sen yok musun sen... Sevda Hemşire hepsi senin yüzünden. Neyse ben çıkıyorum, cüzdanımı unutmuşum da onu almaya geldim.

     Ayakkabısının tıkırtısı bütün koridorda yankılanıyordu. Sanki kıyafetleri bugün Buse'yi biraz daha narin bir kişiliğe büründürmüştü. Her zaman açtığı dolabı bugün biraz daha narin açmış, merdivenleri teker teker endamını süzerek inmiş, yüzündeki tebessümü eksik etmeden göz ucuyla selam vermişti şaşkın bakışlara.  Arabasını hemen girişe park etmesi ilk defa bu kadar çok işine yaramıştı. Koltuğa oturup derin bir "oh" çekti, bu ayakkabılarla nasıl yürünür hiç de anlamazdı zaten. En sevdiği müziği açıp ona eşlik etti.

     ‘’Yok, anladım karada bize ayrılık yok, buralarda benden başka kürkçü dükkânı yok.’’

     Bu aralar en sevdiği şarkıydı. Anlamsızdı ama olsun ritmi bile içini kıpırdatmaya yetiyordu. Heyecanı, gireceği restoranın sokağına girdiğinde biraz daha artmıştı. Uygun yere park edip rujunu tazeledi. Heyecanı artık yanaklarının kızarmasıyla daha da keskinleşmişti. Bu adama nasıl "evet" demişti? Burada ne işi vardı? Kendisi dahi bu soruların cevabını bilmiyordu. Restoranın kapısını açtığında göz göze gelmişlerdi. Demek ki Cemil gözü kapıda onu bekliyordu. Bu durum Buse’nin hoşuna gitmişti. Cemil’in gözleri yerinden fırlayacak gibiydi. "Bu kadın bu kadar güzel miydi?" diye düşünüyordu. Üniforma içinde bunu hiç fark edememişti. Hemen ayağa kalktı ve nazik bir hareketle elini uzattı.

     - Hoş geldin Buse.

     - Hoş buldum Cemil Bey.

     Buse, Cemil’i baştan aşağı süzdü göz ucuyla. Uzun boyu, kalıplı vücudu, deniz mavisi gözleri, buğday teni ve gamzesi... Buse’nin aklını başından alabilecek kadar iyi görünüyordu. Ama otururken nezaketen sandalyesini çekmemesi biraz da olsa onu hayal kırıklığına uğratmıştı.

     - Davetimi kabul etmen beni çok mutlu etti teşekkür ederim.

     - Rica ederim, şimdi bunları konuşmayalım isterseniz?

     - Tamam. Eee nasılsın görüşmeyeli?

     Cemil’in konuşurken ayağını sallaması masayı bile sarsıyordu, heyecanlı mıydı yoksa bu normal hâli miydi?

     - Teşekkür ederim. Siz?

      - Teşekkür ederim. Bu sizi, bizi aradan kaldıralım sonuçta artık "biziz.’’

     Bu sözden sonraki sinsice gülüşü ve ellerini birbirine sürtmesi, Buse’nin hiç de hoşuna gitmemişti. Buse yüz ifadesinde de belli ediyordu zaten  rahatsız olduğunu. Neden söz ediyordu bu adam? Biraz yakışıklı ve meslek sahibi diye mi öz güveni bu kadar yüksekti? Buse sadece onu tanımak için küçük bir şans vermişti, bu da neyin nesiydi?

     - Neden sustun Buse?

     - Öyle gerekti de o yüzden.

     - Bütün gün böyle susacak mıyız?

     - Zamanında ve yerinde konuşmayı severim ben, konuşmak için konuşmayı sevmem de...

     Cemil hiç de böyle bir tepki beklemezmiş gibi suratını asarak konuştu:

     - Peki, öyle olsun bakalım.

     Sevda Hemşire şu an yanında olsaydı, neler neler söylerdi Buse ona. Hep onun yüzünden oldu, zaten yoksa bu adamla ne işi olurdu. Astsubaymış da rahat edermiş de... Bu adamla yaşanmaz bile. Ne kadar kaba ne kadar ukala biriydi. İlk görüşmede "Biz," derse ikinci buluşmada "Bize gidelim," derdi maazallah.

     - Hoş geldiniz efendim. Ne arzu…

     Cemil garsonun sözünü bitirmesine fırsat vermeden siparişleri verdi:

     - İki çorba, iki tane de küçük boy pizza alalım.

     - Peki, efendim. İçecek olarak ne arzu edersiniz?

     - Su getir yeterli

     Buse gözlerini belertmiş, şaşkın şaşkın Cemil’in ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışıyordu. "İnsan bir sorar di mi, bu ne şimdi aptal şey," dememek için kendini zor tutuyordu. "Ne bu şimdi, çorba içip pizza mı yiyeceğiz şaka gibi," diye düşündü. Saçma sapan bir menü karşısında, Cemil’in umursamaz tavırlarını izliyordu. Söylenmesi gereken bir sürü şey vardı ya da bu masayı terk etmek gerekirdi... "Ama ah şu nezaketi çıkartan yok mu bizleri perişan ediyor," diye içinden geçirdi.

     Cemil yine konuşmaya başlamıştı ama Buse’nin şu an onun ne sesine ne de düşüncelerine tahammülü yoktu.

     - Biliyorsun Buse, astsubay olarak görev yapıyorum. Üç ay oldu buraya geleli. Anlayacağın iki yıl şark görevimden dolayı buradayım.  Seninle de evlenirsek bir buçuk yıl daha burada kalır sonra batıya gideriz.

     Duydukları karşısında Buse'nin şaşkınlığı daha da artıyordu. "Evlilik mi?" diye bağırmak istiyordu. Cemil geçen bir ay içinde kurduğu bütün hayalleri ardı ardına sıralamaya devam ediyordu. Nikâh memuru sanki birazdan içeri girecek de her şey tam olacaktı.

      - Sen nasıl istersen öyle devam eder zaten. Evinden eşyasına ne istersen senin isteğine göre olur; ama en uygunundan.

     - Cemil sen şaka mısın?

      - Bu da ne demek oluyor şimdi?

      - Hatırlatayım istersen, bu bizim ilk görüşmemiz ve daha bunları konuşmak için çok erken.

     - Sen de haklısın Buse, beni tanımıyorsun ama niyetimin ciddiyetini anlaman için söyledim bunları. Ben iki günlük bir ilişki istemiyorum.

     - Evet, sen de beni tanımıyorsun. Tamam, ciddi bir beraberlik istiyor olabilirsin ama daha dur bismillah bugün ilk görüşmemiz.

     - Ben seni çok iyi tanıyorum. Sekiz yıldır bu hastanede çalışıyorsun, babanı beş yıl önce kaybetmişsin, annenle beraber yaşıyorsun, yirmi sekiz yaşındasın,  uzun bir süredir hayatında da kimse olmamış.’

     Garsonun araya girmesiyle aklındaki tek bir soru binlerce soruya bırakmıştı yerini. Garsonun uzaklaşmasıyla baş başa kaldığı manzara karşısında ise gözlerine inanamıyordu. Bu adamdaki mideyse Buse’deki neydi? Sanki yıllardır ne pizza yemiş ne de çorba içmişti. Hele bir de yutmakta zorluk çektiğinde suyu kafasına dikişi... "Allah’ım bu işkence bitsin," diye yalvarmaktan başka yapacağı bir şey yoktu Buse'nin

     - Hadi tatlım sen de yesene, bak ziyan olacak böyle yaparsan.

     "Sen ye, ben doyarım bu iğrençlik karşısında," demek istedi Buse. "Seninle bir daha görüşmek istemiyorum Cemil dersem 'neden' diye sorduğunda ne diyecektim? 'Çok ukala, saygısız, anlayışsız, iğrenç adamın birisin' diyemem," diye düşündü Buse. Aslında derdi de kendine yakıştıramazdı. "Bunları söylersem kırılır, olmaz. En iyisi başka bir şey düşünmek lazım," diye düşünmeye devam etti. Bu adamdan bir an önce kurtulmak istiyordu. Buse bunları düşünürken yarım saatlik bir süre geçmişti bile. Ağzını şapırdatması, ağzı doluyken konuşması... Bu adamla görüşmemesi gerektiğini tamamen anlamıştı. Pizzası da buz gibi olmuştu; ne yiyecek istek ne de bir iştah kalmıştı içinde zaten.

     - Sen yemiyor musun Buse?

     - Hayır, iştahım yok da...

     - Peki, o zaman israf olmasın, paket yaptıralım, evde yersin.

     "Yok artık," diye düşündü Buse. Gerçekten bütün bunlar bir şaka olmalıydı.

     - Garson, diye seslendi Cemil.

     Bir daha bu restoranın önünden bile geçmek istemiyordu Buse.

     - Buyurun efendim.

     - Bunları al da bize iki tane çay getir. İçeriz di mi Buse?

     Buse artık konuşmak bile istemiyordu. Kafasını aşağı yukarı "evet" anlamında salladı sadece. Yemek seçimi için de bunu yapsaydı kâfiydi.

     - Neden konuşmuyorsun bebeğim?

     - Bebeğim mi?

     - Evet, tatlım. Sen benim bebeğimsin.

     Artık sınırlarını aşmıştı Cemil, susmak bir fayda etmiyordu. Bu adam Buse’nin hayatındaki birçok şeyi biliyordu da en önemli şeyi öğrenmeyi unutmuştu. Böyle ithamlardan Buse hiç hoşlanmaz hatta nefret ederdi.

     - Çayımızı içip kalkalım tatlım.

     - Yeter artık Cemil Bey.

     Cemil şaşkındı ama Buse’nin şaşkınlığının yanında Cemil'inki devede kulak kalıyordu. Garsonun hesap tutarını küçük bir sandıkta getirmesiyle Cemil’in dikkati bir anda küçük sandığa kilitlenmişti. Gözlerini belerterek söze girişti:

     - Restorana ortak mı olacağız bu ne biçim bir hesap? Altı üstü iki çorba, iki pizza.

     - Beyefendi ne tuttuysa onu getirdim. Bizde fiyatlar standarttır.

     - Neresi standart bunun? Kırk lira... Kazıklayacak başka adam mı bulamadınız?

     Buse içinden yalvarıyordu: "Allah’ım şu an yer yarılsın da içine girelim." Cemil ve garsonun ses tonları gittikçe yükselmiş, bütün müşterilerin bir anda odak noktası olmuşlardı. Buse, çantasından çıkardığı elli lirayı küçük kutuya yerleştirdi:

     - Üstü kalsın, kusura bakmayın lütfen.

     - Buse neden böyle bir şey yaptın? Onlar bunu hak etmiyor.

     - Biraz daha rezil olmaya hiç niyetim yok Cemil Bey, lütfen kalkalım artık.

     - Ne şimdi, ben seni rezil mi ediyorum?

     - Farkında değilsiniz ama evet.

     - Peki, öyle olsun.

     Masadan kalkışında bile bir sitem vardı Buse'nin. Bir an önce Sevda Hemşire'yi aramalı, hatta bütün hıncını ondan çıkarmalıydı.

     - Buse sana bir şey söyleyeceğim.

     Yine ne saçmalayacaktı? Bir dahaki buluşma için tarih mi isteyecekti? Bunca şeyin üstüne bunu aklından geçirmesi bile büyük bir suçtu.

     - Evet, sizi dinliyorum.

     Oturduğu sandalyeye biraz daha yerleşip geriye yaslanarak konuştu Cemil:

     - Tatlım ya sen bana göre çok pahalısın. Bizim ilişki olmaz.

     Bunca olanların üstüne bu duyduğu Buse'yi biraz da olsa sevindirmiş olmalıydı ki alaycı bir gülümsemeyle sandalyede oturan Cemil’e eğildi:

     - Sen de bana göre çok ucuzsun.

     Arkasını dönüp ilerlediğinde zafer artık Buse’nindi. Geride bıraktığı Cemil'in yüz ifadesini bu hâle getirdiği için inanılmaz bir keyif duyuyordu. Kendi kendine ‘’Aferin kızım sana, kedi olalı bir fareyi tuttun sonunda,’’ dedi.

     Ayakkabısının topuğundan çıkan ses Buse’nin gücünü, keyfini ve mutluluğunu kısaca özetler gibiydi.

     Cemil, Buse için herkesin yaşaması gereken tecrübelerden sadece biriydi. Yaşandı ve bitti. Şimdi ileriye bakmak gerekliydi.

( Kırk Liralık Aşk başlıklı yazı genç yazar tarafından 25.05.2015 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.