Tanımlanmış bir mesleği
vardı: Ritüel bir akış, konumlandırılmış bir makam kısaca yeknesak ve tekdüze.
Tüm o ritüel akışına rağmen ara sıra ivme değiştiren, tıkış tıkış dosyaların
hezimete uğrattığı dolap ve masalar, gün boyu susmak bilmeyen telefonlar…
Sorumluluk eşit
dağıtılmasa da değil şikâyet etmek aklından bile geçirmezdi tek bir serzenişi
dahi. İş temposunun yarattığı baskı kaçınılmazdı. Elindeki işin teslimi başlı
başına bir rahatlama iken aldığı tebrikler her daim motivasyonunu arttırırdı.
Dolgun bir maaş da cabası. Hoş, üstüne para dahi vermeye razıydı zira âşıktı
mesleğine onca pürüzle dolu olmasına rağmen. Yakınmak haddine mi düşmüştü Füsun’un…
Yeni yetme tabir-i caizse çaylak bir eleman bir o kadar ruhu ve bedeni yekpare
idealizm rüzgârı ile sürüklenen.
Kadın ağırlıklıydı
çalışma arkadaşları: Sayısız kadın dedikodu üretiminde aralıksız mesai
harcayan. Lakin elindeki iş idi Füsun’un harcaması gereken tek mesai bu yüzden
pek katılmazdı sohbetlere. Pek çoğu evli iken yegâne gönül bağını yine mesleği
ile kurmuştu her ne kadar şahitler huzurunda onanmamış olsa da.
Göze battığı kesindi
önceleri görmezden gelse de. Fiziki özelliklere ömrü boyunca itibar etmemişti
bir o kadar kanıksarken zihni melekeleri ve ruh güzelliğini. Bu bağlamda ikili
ilişkilerde bir arpa boyu dahi yol alamamıştı: Ne yaşanmışlık ne de yaşanası
ilişkiler zira pek ilgilenmezdi etrafıyla. Sadece ailesi, yakın dostları ve bir
iş sözleşmesi ile resmiyet kazanan mesleği.
Yine de öğrenci
kimliğinden arınamamıştı iş hayatının o bulanık sularında yüzerken dahi. Ne de
olsa geleceğe dair planları vardı gerçi içinden bir ses her daim beyhude
olduğunu fısıldasa da. İşte tam da kırılma noktası bu idi. Gerçek hayatın
içinde değil kıyısında idi her an dalgalara kapılması mümkün zaten sonun başlangıcını
hızlandıran da bu olmuştu. Hırpani dosyalardı ruhunu doyuran ve başını işe her
gömüşünde arasında kaybolduğu nice evrak ve rakam silsilesi. Özelinde
sakladığını paylaşma güdüsü yoktu ki içinde zira biliyordu hiçbir anlam ifade
etmeyeceğini tüm o anlatılarının. Akla hayale gelmeyecek ne varsa hep gelip onu
bulmuştu ve sonu da yoktu bunun en azından hissediyordu her ne kadar kendini
henüz koşullandırmamış olsa da. Buydu nirengi noktası. Pandora’nın kutusu kadar
sır ve gizem dolu… Ilımlı yaklaşan fazla kimse de yoktu etrafında adeta etten
bir duvar örmüşlerdi ruhlarından arınmış. Paylaşma arzusunda olduğu ne varsa
ama sürekli didiklenen özel hayat. Birkaç kez yeltense de almıştı boyunun
ölçüsünü.
Ekolü de literatürü de
kendine özgü ve bir o kadar hayallerine tutsak. Ne zaman ki açık bıraksa kapıyı
üç beş köstebek sızmıştı içeri. Yine de ara sıra tutamazdı çenesini ve anında
geri çekerdi kendini. Fazla itibar etmedikleri acı bir gerçekti. Hele ki yan
masadaki o kıdemli ithalat yetkilisi ya da arkadaşlarının tabiriyle ‘’Bayan
sopa.’’ Çayının yanında neredeyse bir kavanoz şeker tüketirdi de et tutmazdı
bedeni. Fazla esmer, fazla mesafeli ve sahip olduğu o eleştirel bakış açısı. Bu
değil miydi her seferinde Füsun’u ters köşeye yatıran. Bir iki kez muhatap olma
gafletinde bulunmuş ve almıştı boyunun ölçüsünü genç kız. Zira her seferinde
bir uyarı gelirdi muhalif arkadaşından:’’Sormayı bırak ve sadece işini yap.
Unutma ki burası okul değil. Vaktimizden çalıyorsun. Bilmem farkında mısın?’’
Oysaki Füsun yüzeysel
bakmazdı ne ile iştigal ederse etsin. İlla ki didikleyecekti ve en ufak
detayına kadar da öğrenmeliydi hem mevzuatı hem de işlevini.
Yediveren gülleri gibi
yedi siyah gül ve aralarındaki tek karaçalı olan zavallı Füsun!
Oysa güller naif ve hoş
kokulu olmalıydı bildiğine göre. Ne var ki kadın çalışanlar bu tanımlamanın
dışındaydı. Değil gül yaprak vasfını bile hak etmiyorlardı her ne kadar Füsun
hala kendini bir çiçek bahçesinde addetse de.
Departmanın bağlı
olduğu bölüm yetkilisi ve müdürüne gün boyu rapor verme zorunluluğunun
haricinde bitmez bilmez mesleki eğitimler, hafta sonu kalması gereken mesai ve
günden güne kuruyan bir bahçe sudan ve güneşten muaf. Hatta ne bir selam ne de
edilen tek bir kelam.
Zaman takılmaya
başlamıştı artık. Değil gün saatler bile geçmek bilmemeye başladı. Gerilemek de
cabası.
İnsan kaynakları her ne
kadar memnun ve ümitvar olsa da Füsun’dan yana, o bir yandan ideallerini bir
yandan sabrını yitirmeye başlamıştı. Bu sıkıntının tek güzel yanı; paranın
sıcaklığı ve sunulan uçsuz bucaksız imkânlardı. Kabarık bir hesap neyine
yetmiyordu ki… Füsun’a göre hiçbir şeye.
Üç beş arkadaşına
bahsetmişti Füsun burada kalıcı olmak istemediğini. Tepkileri inanılmazdı.
Onlara göre Füsun aklını yitirmişti. Zira aklını yitirmeme gayretiyle özünü ve
ruhunu yitirdiği tek gerçekti. Üstüne üstük sosyal bir ortamın pek çok getirisi
vardı. Adı, sosyal ortam…’’Dışı seni içi beni yakar’’ diyordu da için için
başka bir şey demiyordu.
Raporlar, sunumlar ve
hanesine yazılan tüm o referanslar geleceğe yapılan yatırımın bir göstergesi
kısaca.
Saygın bir meslek,
köklü bir banka ama sadece bir sürü ıvır zıvır…
Tanımlaması bu idi
kısaca Füsun’un gözünde. Yine de tadını çıkarma gayretiyle tüm o hengameye
rağmen çalışıyordu ve daha da çalışacaktı gücü yettiği kadar ta ki iş arkadaşlarından
birinin başka bir bankaya transferi söz konusu olana değin…
Fazlasıyla sessiz bir
kızdı Selda. Fazla muhabbetleri yoktu da. Selda’nın sessizliği ketumluktan mı
fesatlıktan mı ileri geliyor, bir türlü çözememişti Füsun. Yine de güven tekli
ettiğine inanmak istiyordu. Zira bir yanardağ gibi için için kaynıyordu iç âlemi.
Aylardır kimse ile bir şey paylaşamamanın verdiği sıkıntı ile güvenilir bir
dost arayışında idi kısaca. Ve verdi kararını. İlk kez dertleşecekti Selda ile
ve son olacaktı da bu muhabbetleri neticede Selda’yı bir daha görmeyecekti. Laf
çıkacağına da inanmıyordu üstelik. Ne zararı vardı ki üstelik… Bir çift lafın
belini kıracaklardı alt tarafı.
Sıkıntıları, işi ile
ilgili yaşadığı problemlere ve daha aklına ne gelirse. Zaten iki saat sonra
masasını toplayıp ebediyen gidecekti.
Dostane bir atmosferde
bir bir paylaştı sıkıntılarını önce ağırdan alarak ama kızın verdiği güven
duygusu ile daha da açtı içini. Aylardan beri nasıl da dolmuştu ve yüklü bir
bulut misali yağdı da yağdı. Anlatıyordu ve Selda büyük bir dikkatle
dinliyordu. Masumane bir paylaşımdı onunki neticede. Kaygıları, hayalleri,
sıkıntıları ve baş edemediği pek çok şey…
Evet, sessiz bir kızdı
Selda lakin hep bunu gözlemlemişti Füsun. Ne fesat olduğuna inanıyordu ne de
güvenilir olmadığına. Bir o kadar telkin ettiği o güvenin yanı sıra zaten gün
bitiminde çekip gidecekti. Anlattı da anlattı füsun bir ganimet bulmuşçasına
nasıl da mutluydu. Öylesine hafiflemişti ki ruhu. Konuşuyordu ve en önemlisi
paylaşıyordu ve karşısında onu dinleyen biri vardı.
Bir yandan da kızıyordu
kendine:’’Ne aptalmışım ben. Neden daha önce yeltenmedim ki onunla konuşmaya’’
diye. Özellikle işi ile yaşadığı sıkıntılardı onu boğan ve dile getirdiği. Zira
kimseyle bir derdi yoktu kızın her ne kadar fazlasıyla dışlansa da. Selda’nın
cep telefonunun çalmasıyla koydular son noktayı,’’merak etme, her şey aramızda
kalacak, şimdi gitmeliyim’’ demesiyle Selda’nın.
Sırtından ağır bir yük
kalkmıştı adeta ve nasıl da rahatlamıştı bir tüy hafifliğinde.
Bir toplantıya
katılması gerekiyordu Füsun’un ve göz göze geldiler Selda’yla ona göz
kırparken. Umduğundan da kısa sürmüştü katıldığı toplantı.
‘’Şanslı günündesin
kızım’’ deyip neşe içinde masasına yöneldi ve tam köşeyi dönecekti ki çınlayan
kahkahalar ile irkildi. Olağandışı bir şeyler olduğu kesindi yoksa ne
olabilirdi ki bu kahkahaların sebebi. Elindeki dosya yere düşünce almak için
eğilmişti ki isminin geçtiği diyaloğu duydu:
‘’Görmeliydiniz… Ne
kadar dolu ve ne kadar saf. Bir bir döktü eteğindeki taşları. Bir insan bu
kadar mı hayalperest olur. A, bir de ne dedi, biliyor musunuz…’’
‘’Şişt, sessiz olun,
geliyor.’’
Füsun belli etmemeye
çalışsa da sakin olmakta zorlanıyordu. Hiçbir şey olmamışçasına gülümseyip
masasına oturdu. Bir hışımla saatine baktı. Müdür hala odasında
olmalıydı.’’Çıkmadan konuşmalıyım ve bu işe bir nokta koymalıyım.’’ Diye
geçirdi içinden bir yandan gözyaşlarına engel olmaya çalışırken.
Bir yandan da
çekmecelerini boşaltıyordu belli etmemeye çalışarak. Zaten fazla bir eşyası
yoktu. En alt çekmeceyi açtı ve tam ortasından ikiye kıvrılmış istifa
dilekçesini aldı eline. Aylar evvel yazmıştı dilekçeyi ve tarihini boş
bırakmıştı. İmzasına kadar her şey yerli yerindeydi. O günün tarihini eklemesi
gerekendi yapması gereken tek şey: 4. Şubat 20...