Tutarsız ve sıra dışı.
Ne söz yeterdi onu tanımlamaya ne de ömür.
Ömürler yetmezdi
dizilse arka arkaya, kifayetsiz kalırdı kitaplar, fasiküllerce bilgi yığını o
yığıntıyı tanımlamak adına. Biraz sığıntı biraz sıradan fazlasıyla istem dışı
idi o nüanslar yol yordam bilmez iken. Yol yordam ne ola ki onun gözünde.
Sadece varsayımların güdümünde ve izdüşümünde gidiş gelişlerin. Terk edişler
yazmasa da kitabında terk edilişlere o kadar yatkın ve alışkın bir bünyesi
vardı ki…
Hey gidi hey aşk…
Sahi neydi ki aşk: Bir
zamanlar tutulduğu o esmer kadının gözlerinde saklı olan derinlik mi yoksa aynı
kadının verdiği sözün arkasında duramayıp sırra kadem basması mı.
Tekil kimliği çifte
dönüşmüştü ondan sonra ve yine ondan sonra gizil bir kimliği mecnuna dönmüş bir
gariban.
Sıfatlar abartısızdı
haricinde nükseden, yargılar sınırsızdı aleyhinde vuku bulan ve bir o kadar
acıları sonsuzdu o bariz kırılganlığın gölgesinde ve en dibinde yosun tutmuş
acı dolu dünyasının.
Ne bilen vardı ne de
gören.
Ne duyan vardı ne de el
veren duysa bile.
Sakil bir kadavra adeta
derisi çentik dolu.
Bir müzayedede alıcı
bekleyen bakir bir düş emsalsiz ve bir o kadar eşkâlsiz.
Sanrılardı eşlik eden,
binlerce halüsinasyon duvar dibi yalnızlığında el veren. Sanırdınız ki; umarsız
hatta kifayetsiz ama oldum olası delinin delisi.
Sanırdınız ki…
Önemi yoktu ki
haricinde süregelen o varsayımların ya da ketum bakışların. Varsa yoksa
güdümündeki sürrealist ve devinimi bitmek bilmeyen o kaos. Kaotik sayısız imge:
Komik ama acımtırak hatta kılıksız alabildiğine.
İzdüşümü idi belli ki
yaşanmışlıkların ya da yaşanma ihtimali ufukta dahi gözükmeyen.
Ne yerdi ne içerdi?
Kalan aklını ne zaman
yitirecekti kim bilir?
Bir başına neylemişti
bunca yıl?
Yadırgamasa da
yadırgandığını gizlerdi akan sicim yaşları.
Deliler ağlamazdı oysa.
Delinin önde gideniydi hem de. Deli divane olduğu kadın tescillemişti bir kez.
O bile dayanamamış iken kimselerce müdahil olması beklenmezdi tabii ki.
Söz konusu olan
varlıksız varlıkların eşliği değildi ki.
Rivayet o ki;
dayanamayacaktı bu sefil gidişata. Er geç giderdi buralardan peşi sıra kaçık
aklının. Kaçan kaçana ama o kaçamıyordu ki. Sadece el sallıyordu gidenlerin
arkasından bu yüzden çocuklarla çocuktu ve çocukların sevgilisi. El sallardı ne
zaman ki bir çocuk görse arkasından. Ona el sallanmasa da sallardı. Sallanırdı
bir yandan sallantı yaşamların yanında. Yaşanmışlıklara hibeliydi ömrü. Yine de
gocunmazdı gocunsalar da. Umurunda bile değildi ki.
Bir gün, bir gün daha
kifayetsiz anların ve mekânların boyutlar arası yolculuğunda hüküm sürerken
yargılar ve yergiler.
Bir yıl neydi ki? Üç
yüz altmış beş güne tekabül eden bir bilinmez mi romanlara konu olacak aşklar
mı örtüştüğü yoksa anın belirsizliği mi belleklerin kancalarında asılı.
Yıllar yılları
kovalamadı ne yazık ki…
Çoğula yansımadı tekil
kimliği bilakis azaldıkça azaldı ve tükendi biriken ne varsa.
Tüketildi tüketemediği
kadar.
Ağlamadı da… Ağlak
değildi ama yorgun.
Üzgün değildi. Bilmezdi
bu duyguyu nefret etti edeli.
Yalnız değildi zira
yoktu bile. Yoktan var olmuş bir düş bile değilken çoğalamazdı da. Var olmayan
gizil bir kimlik ancak tüketilirdi tükenmişliğin nezdinde.
Anlamsız mefhumlardan
soyutlanmış anlamsız yolculuğu hep sürdü hesabı kesilene kadar. Neyin hesabı
olsa da veremediği vermek istedi oysa.
Çok şey istedi aza
inat.
Azaldı ve hiçlendi
mefhumlar bir silginin nezaretinde.
Silindi her gün: Daha,
daha, daha…
Yok olmak istemedi
oysa.
Hiçbir zaman var
olamamıştı ki…
Yokluğa hibeli
yarınlara erişemedi var olmamış bir rüyanın penceresinden sarkıtırken öfkesini.
İlk kez tattı öfkenin
yakıcılığını.
Bir imgeydi oysa yoktan
var eden Tanrı’nın düzeneğe bir sunumu: Aşkın nazarında ve parsellenmiş
ömürlerin koca bir yanılgısı. Oldum olası üstelik belki de çıkarılacak bir ders
mahiyetinde: Yokluğun kırık kanatlarında sonsuz olmak isterken sonu
gelmeyeceğini bile bile…