Durağan bir göl olmak
isterdim
Kıyısında papatyalar
Varlığı elem yüklü
peyder pey
Nüksederken ne varsa
haricinde
Kifayetsiz bir sanı
sadece
Hepten gömülü
Hicap edilesi varlıklar
Uzak düşmüş
Yakın bildiğim o seyri
ömrün
Yakarken için için.
Yağmur yüklü bulutlar
Devinirken tepemde…
‘’Ne kadar masum da
olsa bir edim tek başına yok olup gitmez. Etkileyerek başka bir edime yol açar
ve bütün bir olaylar zincirini harekete geçirir. İnsanın bu hesaba gelmez ve
canavarca başkalaşım içinde sonsuza kadar bu şekilde uzayıp giden edimi
karşısındaki sorumluluğu nerede biter kim bilir…’’ (Alıntı)
Var oluşun simgesi
evrendeki o etkileşim zincirinin nirengi noktası. Yine de yakıp yıkılan
basireti bağlanmış o zihniyet, katmanları meşakkatli ve tüm bağnaz yetilerin
yetersizliğinde devinimini idame ettiren…
Diğer bir açılımla; iyi
ve kötünün savaşı: Bitimsiz, ahenksiz belki de ama istikrarı sağlamak adına
özveri eşliğinde yitip gitmemek adına verilen tüm kayıplara rağmen yeni
kazanımların tahayyülü her dem aralıksız nöbette iken benlik.
Belki nesnel belki
öznel…
Belki fazlasıyla özgür
belki zincirlerle sarmalanmış…
Belki somut soyutun
gölgesinde, istemsiz ve yetileri çoktan yitip gitmiş…
Çok bilinmeyenli bir
denklemin eşitsizliğe tekabül eden o yanıltıcı birlikteliği eşitliğin iki
yanına yığılmış sığıntı rakamlar eşleşmek adına bir yol tutturmuş, bakir hanelerin
sonsuza uzanan seyrinde mütemadiyen bir çentik ile şereflendirdiğimiz o nümerik
skala.
Sıfırın aciz tutumu
kadar yok olmaya mahkûm acziyeti ise insanın hiç mi hiç alışagelmediği yine de
yoldan sapmaya meyilli belki de yoldan hepten çıkmış geri dönüş ihtimalini en
baştan elemiş.
Karışık bir düzeneğin
müptelası olmuş iken, iyi ve kötü bileşkesi ile cephelense de zafiyet,
unutmamalı ki tüm direncine rağmen hikâyelerin verdiği tesellidir bahşedilen mutluluk,
her ne kadar döngüde her birey tescilli kaderine yenik düşse de.
Egolar sırıtırken, aşk
ağlarken ve sona yaklaşırken adım adım farkında dahi olmaz iken üstelik. Kuru sıkı
bir tabanca muafiyetinde tüm o sakarlığı masum yargı ve çekincelerin yine de
iyiye ve güzele yüklenen anlam ve paha biçilmez değer değil mi masumiyeti baş
tacı eden…
En yalın tezahürü ise
bazen sığıntı bir aşkın mizacına yenik düşmek tek kelime dahi etmezken ama aralıksız
konuşurken o iç ses. Duyurmaktan ziyade doyumu, sefilliğinden ziyade asaleti,
zavallılığından ziyade her şeye muktedir olan o inanç ve içgüdü.
Suçlu kim olabilir ki
eş güdümlü onca zihniyet tutarsızlığını hibe ederken karanlığa. Yine de
sığamazken kabına ve sığınırken gölgelere ne kadar izafi ve yanıltıcı olsa da.
Kim bilir…
Kim bilir belki de
insana dair gerçeklerin kaçınılmaz göreceliği ömür ve yetiler el verdiği sürece
ve masumiyetin yadsınamaz varlığı aşkı, hayatı değerli kılan tüm o acziyetine
rağmen.
O gizil kimliğin tüm
yansıması değil mi şu satırlar ve ben bana yabancı iken kelimelerin sihri ve
büyüsü gizemin esaretinde bulunduğum zincirleri tek tek kırmak ile mükellef
olduğum…
Her yeni cümle dış âleme
açılan bir pencere sıkışıp kaldığım karanlığın aydınlığa olan düşkünlüğü ve
özlemi. Göreceli bir yanılsama belki de yüzüme çarpan en az saklı kimliklerin
eşleştiği o kalan yarım. Ya diğer yarım?
Ne tek bir muhatabı var
bu hengâmenin ne de tek bir çıkış noktası. Hele her yeni güne eşlik eden o
doğum sancısı… Narkozun etkisi geçer geçmez bebeğimi alıyorum kucağıma. Değil dokunmak
bakmaya dahi kıyamadığım ve doyamadığım. Hayret… Kollarımdaki çocuk tıpa tıp
benim eşkâlimde. Ayın kaş aynı göz ya ruhu?
Baktığım aynadan
gözlerimin kesiştiği o dipsiz boşluk: Ne tekilim ne çoğul. Somut olamasam da
soyut bir anlam bile yüklenmemişim. Âşık değilim ama sevdalı. Nefret denen öğe
nasıl da yabancı gel gör ki nefret edilesi pek çok varlık tanıdım.
Sığıntı olmadığım gün
gibi aşikâr ama her nedense beklemekteyim o sığınakta hazır ola geçmişken
kendimi bildim bileli.
Kaybolmuş yıllarımın
hezimeti çöreklenmiş yüreğime kaygıların eşliğinde saplantılı bir tutarsızlıkla
yol almaktayım.
Sahi kimim ben?
Tanımlamak değil
aslolan ama tümlemek tüm o yarım kalmış ifadeleri yoz açılımlardan sıra gelirse
bir gün…