Gitmek ve kaçmak.
Uzaklaşmak uzaklaşabildiğin kadar. Meftun iken hayata cebelleşmek acılarla ve
ecelle.
Terk edişlerin ardında
kalan o kekremsi tat. Peltek peltek dilden dökülen umarsızca ve hoyratça buruşturulup
atılmış bir kâğıdın yırtık parçaları.
Git gidebildiğin kadar.
Nereye kadar?
Uzaklaş ya kendinden?
Terk et terk edilişlere
inat.
Ne varsa kaçamadığın
tümlerken benliğini hadi itiraf et bu kadar kolay mı yok saymak özünü. O öz ki
her ne kadar kıymete binmese de ve yok sayılsa da. Görmez misin o yanıp sönen
ışığı.
Ey benlik, duyuyor
musun beni? Ben ki hep sahip çıkmışken sana var mı öyle terk etmek, var mı
yitip gitmek…
Yine başladın
mızmızlanmaya. Sanır mısın ki bihaberim huzursuzluğundan ya da ötelenmiş
duygularını bilmez miyim tarumar olmuş ve yadsınmaz dürtülerini görmezden mi
gelirim sanırsın…
Beyhude, kalan yarım
beyhude bu telaş…
Mamafih olmazın oluru
işte bütünlenmiş şu dostluğumuz.
Sevgili Yunus yüzyıllar
evvelinden zikretmişken…
‘’Severim ben seni
candan içeri
Yolum vardır bu erkândan
içeri.
Beni bende demen bende
değilim
Bir ben vardır benden
içeri.
Nereye bakar isem
dopdolusun
Seni nere koyam benden
içeri.’’
Sanır mısın ki
umarsızım ya da duyarsız…
Neylerim bir başıma
Her yer zifiri karanlık
Kar eder mi söyle
Zikretsem de binlerce
hece…
Bencil olmayı
beceremedim sevgili benlik.
Bundandır bu yangın.
Ötesini göremedim bu
yangının. Kifayetsizce sadece bekledim sönsün diye. Ateşe benzin döktüler galon
galon. Sürç-i lisan yaptım defalarca telaffuz ederken aşkı. Anlamadılar
defalarca zikretsem de.
Görünmeyen bir
gölgeymişiz senle benle bir bütüne tekabül eden.
Kaçtım defalarca
kendimden. Bırakmadın peşimi.
Uzak diyarlara kaçtım
yine sen ve sesin.
Terk ettim defalarca
terk edilmenin öfkesiyle.
Yadırgandım
yadırgamazken.
Yargılandım, sürgüne
verdim zihnimi düşmüşken aşka.
Sustum ömür boyu hükmedilmişken.
O ki beni kendi
ruhundan üflemiş
O ki yoktan var etmiş…
Kimim ki bir kum
zerresinin haricinde.
Dünyevi değerlenen
insanın hiçliği değil midir Mevlana’nın zikrettiği şu dizelerde…
‘’Hintli, Kıpçak ve Rum
ülkesinin halkı ve Habeşler!
Hepsi de mezarlarında
tek ve tıpkısı renkte, ne de hoş yatarlar.’’
O ışık ki yolumuzun
aydınlığı
O ışık ki delen
karanlığı
Şu gök kubbe değil mi kâinatın
tek sırrı…
Mükellefiz alabildiğine
ve muafız o bütün teşkil eden önyargılardan ve kör cehaletten. Neyin öfkesi ise
uzak dursun bizden. Biz yeteriz birbirimize.
Ötelemekten bin kat
iyidir ötelenmek. Cefaya da razı gönül horlanmaya da. İstifli o bağnazlığın ne
kuluyuz ne aciziz görünenin çok ötesinde.
Sefil olmak iyidir
bencil ve kokuşmuş zihniyetten
Varsın göçebe
kimliğimizle diyar diyar gezelim seninle ben.
Beni benden
alıkoyamazlar nereye gitsek de beraberim kalan yarımla taşırken o kavruk
yüreği. Beni ben, bizi biz yapan ve ne varsa uzağında duramadığım yine yeniden
tümler beni. Parçam, varlığım, eşkâlim…
Ey aşk! Nelere kadirsin
sen nelere… Mutluluk olası mı kor gibi yanarken ve kaybettiğini sandığın ne
varsa içinde saklı.
Vazgeçmek mi… Asla.
Ya kabullenmek… Zor
olsa da.
Benim, biziz ve buyuz
ve uzantısız yüzyıllardan bugüne dokunan o deyişiyle Mevlana’nın:
‘’Sen ki o kutsal
kitabın bir nüshasısın,
Yaratılıştaki sanatın
aynasısın.
Ne dilersen kendinden
dile, kendinde bul.
Ne ararsan, işte o
sensin sen.’’