21 Eylül 2017

Perşembe

 Umursanmayan Dev  2

 

Ötelerdeki devasa ateş topu, doğalgaz patlamasına benziyor. Benzer şekilde olmasa bile başka  yerlerde de kızıllıklar yükseliyor göğe…O alevlerin olduğu yerlerde, bir şekilde yıkıntıdan sağ kalabilmişken kurtarılmayı bekleyenlere ateşin ulaşması ne korkunç?..Öyle sanıyorum ki İstanbul, yerle bir olmanın yanında yanıyor…İstanbullular(!) da…    

Beklenen ama umursanmayan felaket, umulandan daha şiddetli gelmişti. Hem de, İstanbul için çok kötü bir saat diliminde. Gölcük depreminde, çok yere ulaşmıştı İstanbul. Ama, İstanbul’a yardım için gelecek şehir olmayacak gibi. Bu yol böyleyken, öbür yollar kim bilir nasıldır?..  

            Oğlumun yüzünün bembeyaz oluşu içeriye sızan far ışıklarından belli oluyor. Pet şişeyle su veriyorum. İçip bana uzatıyor. Ben de içiyorum.  

            “Asıl felaket bundan sonra başlayacak,” diyorum. “Bütün yollar kapalı olduğu için hiçbir yere ulaşılamaz. Enkaz altında sağ kalıp kurtarılmayı bekleyenlere Allah yardımcı olsun.”

            “İnşallah ablamlara bir şey olmamıştır,” dileğinde bulunuyor oğlum.

            “Onlar bu saatlerde evlerinde olurlar. Oturdukları apartman yıkıldıysa eğer, İstanbul’da, taş üstünde taş kalmamıştır.”

            Yedi sene kadar önceydi. Kızımla damadım, on beş katlı iki binadan birindeki bir daireyi satın almak istediklerinde bana danışmışlardı. İnşaattan iyi anladığım için binanın kolan ve kirişlerini bildiğim bazı yöntemlerle kontrol etmiştim. Ayrıca, binaları yapan müteahhit, araba garajlarının üstündeki zemin katta, bahçeli dairede oturuyordu. Bu da, o apartmanlarda oturanlar için bir güvence unsuruydu.

İşte bu nedenlerle kızım, torunlarım ve damadım için fazla bir endişe duymuyorum…

Kornalar sürekli çalıyor. Yol açılacak, herkes evine damına gidecek sözde. Nerde?.. Bütün araçlar yola mıhlanmış durumda. Sağıma bakıyorum. Az önce öne geçen kadının arabasıyla yine yan yana olmuşuz. Kadın, şokta. Arabanın direksiyonun sıkı sıkıya yapışmış, durgun bir halde ileriye bakıyor gibi. Camı indirip, kolumu uzatarak onun kapı camına vuruyorum. Kadın, belinleyerek bana bakıyor. Pet su şişesini uzatıyorum. Kapı camını açıp suyu alıyor. Epeyce içip, suyu azalan şişeyi uzatıyor. Toz bulutu yayılmaya başlayınca anladım ki, yakınlarda müthiş bir yıkım var. Biri büyük öbürü küçük iki cep telefonuyla sürekli aramalar yapan oğluma bakıyorum merakla.

“Telefonlar çalışmıyor,” diyor oğlum. Böyle bir felakette, o da beklenen bir aksaklıktı.

Toz girmesin diye camı kapatırken;

“Manyak adam! Çek elini!” sesiyle başımı sağa çeviriyorum. İrikıyım bir adam, elini kadının arabasının açık penceresinden içeriye sokarak kapıyı açmaya çalışıyor. Kapıyı açıyorum. Çıkmama imkan yok. Oğlum, “Baba uyma manyağa!” diye sesleniyor.

“Lütfen yardım edin!” diye ağlayarak yardım istiyor kadın. Adamın;

“Cipime gel. Depremzedem ol,” demesiyle tepem iyice atıveriyor. Arabanın kapısını açtığım gibi sertçe adamın bacağına, kalçasına çarptırıyorum. Sendeleyip öne kayarken kolunu araba içinden çekmek zorunda kalıyor adam.

“Yavaş olsana Trakya sığırı!” diyor bana. Arabanın Kırklareli plakası olmasından beni Trakya sığırı olmakla itham ediyor hergele. Öfkem, hepten kabarıyor. Arabadan dışarıya çıkıyorum. Belimi yoklayışımdan mı yoksa, yandan beyzbol sopasıyla gelen oğlumdan mı korktu, bilemiyorum, küçük arabanın ön kaportasından atladığı gibi arkaya kayıyor adam. Öbür taraftan cip irisine biniyor. 

            Kimi arabaların kornalar durmaksızın çalıyor. Toz toprak daha da yoğunlaşıyor. Oğlumun uyarısyla arabaya binerken;

            “Bu adam senin neyin oluyor?” diye soruyorum kadına.

            “Tanımam, etmem. Gelirken musallat oldu hayvan,” diyor kadın korkudan titrerken. Yardımcı olduğumuz için teşekkür ediyor. Kapısında bir tekstil firmasının adı yazılı arabanın kaydığını fark edince geriye dönüyorum. Deprem sırasında nasıl olduysa arkada kalan cip irisi, kadının kullandığı küçük arabayı itekliyor, bizim arabanın arka kısmını da bariyere doğru kaydırıyor. Arabadan indiğim gibi, iki araba arasında sıkışmamak için, bizim arabanın bagaj kapağı üzerinden kayarak arkaya geçiyorum. Sol dizimi öyle bir yere vurmuşum ki, sol ayağım uyuşur gibi oluyor. 

“Manyak! Ne yapıyorsun sen?” diye bağırıyorum adama. Sırıtarak bizim arabayla kadının arabasını iteklemeyi sürdürüyor maganda. Kadının kullandığı arabanın önü, tekerlekleri sürünse de öndeki kamyonetin arkadan altına  giriyor. Kimse yardıma gelmiyor. Oğlumun, kadını arabadan çıkarmaya çalıştığını görüyorum. Solak olduğum için belimin hep sağında duran dokuz mm.lik beylik tabancamı çıkardığım gibi emniyetini açıp ağzına mermi veriyorum. “Baba! Yapma!” diyen oğlumun uyarısı bir kulağımdan girip öbüründen çıkıyor. Tabancayı fark eden irikıyım adamın, koltuğundan kayıp öbür kapıdan nasıl çıktığını anlayamıyorum. Tırın kasası yanından yol boyu koşarken, ben de öbür tarafa geçiyorum. Adamı göremiyorum. Görseydim eğer, o kızgınlıkla ateş edebilirdim. Oğlumun yakalayıp çevirmesiyle geri geliyorum. Oğlum, “Baba, ne yaptığının farkında mısın sen?” deyince ona da kızıyorum. “Benim ki nefsi müdafaa!” diyorum sertçe.

            Kornalar, durmak bilmiyorlar. Ne ileriye ne de geriye gidiliyor. Arabası ciple kamyonet arasında sıkışan kadının yanına varıyoruz. Orta boylu, narin yapılı kadın, korkudan titriyor.  Omzuna hafiften dokunarak korkusunu yenme güvencesi vermek istiyorum. Adama tabanca çekişimden de korkmuş olabileceği varsayımıyla yana kayıyorum.  

            Yol, yine sallanınca arabalarda gıcırtılar oluyor. Dağılan toz duman arasından, uzak  yerdeki ateş parlamaları gözüküyor hâlâ.. Dizimi çok fena vurmuşum ki adım atmakta zorlanıyorum. Arabanın kenarına dayanıp,

            “Buradan çabuk gidelim!” diye sesleniyorum oğluma.

            “Nereye gideceğiz ki?” diye soruyor oğlum.

            “Aşağılara doğru inelim! Biraz sonra bu insanlar çılgınlaşırlar!”

            “Lütfen beni de götürün,” diyor kadın.

            Tam bu sırada ön taraflarda bir patlama oluyor. Ardından da bir alev topu yükseliyor. Hemen arabanın bagajını açıyorum. Küçük sayılacak valizimden bir tane madenci feneri alıyorum.

            Babaeski’de, torunlarımla çarşıda gezerken bir seyyar satıcının elindeki mavili çoklu ışık dikkatimi çekmişti. Tezgaha yaklaştık. Tezgahtar, fenerin lastikli geniş bantlarını oğlanın kafasına geçirdi. Alından aşağıya doğru ayarlanan gemici feneri torunumun hoşuna gitmiş olmalı ki, “Dede, ondan ben de isterim,” dedi. Kız da onan aşağı kalmak istemedi. Tezgahtar, üç orta boy pil koyduğu iki lambayı torunlarımın başlarına taktı. Onların sevinçlerine bayıldım. İstanbul’daki torunlarımı da sevindirmek geçti  içimden. “Bir tane de bende olsun,” diyerek tam beş  madenci feneri aldım. Torunlarımla pastaneye gittik. Karanlık basana kadar oyalandık pastanede. Eve, alınlarımızdaki fenerlerle girdik. Oğlumla gelinim bir başka bayıldılar bizim eve öyle girişimize. On-on dakika evin ışıkları söndürülmüş olarak fenerlerimizin keyfini çıkardık.

            Oğlum, siyah büro çantasını alırken bırakmasını söylüyorum.

            “Kıymetli bir şey taşıyor sanılır. Soyguncuların hedefi olmayalım.”

            O sırada, çantasının kayışını boynuna geçirmiş olarak kadın geliyor yanımıza. Oğlum, çansından çıkardığı bazı kağıt ve küçük defter gibi şeyleri montunun iç cebine koyuyor. Benim

evde, gardırobun bir gözü ve iki çekmece ona aitti. Çorabından kravatına kadar iki kat giysisi bulunurdu orada. O nedenle gelirken giyecek bir şey almazdı. Yine öyle yapmış oğlum Su varsa almasını söylüyorum. Bu arada kornalar çalıyor, ilerden peş peşe patlama sesleri duyuluyor, alevler görünüyor. Oğlumun, getirdiği ufak iki plastik su şişini valize koyup, bagaj kapısını kapatmasıyla, “Yürüyün!” diye sesleniyorum. Ciple arkamızdaki arabanın arasından geçerken

bir şoförün, “Arabayı bırakıp nereye gidiyorsunuz!” diye bağırmasıyla öfkeyle başımı yana çeviriyorum. Oğlumun; “Araba senin olsun,” deyip anahtarı ön kaporta üstüne bırakması,

öfkemi yendiği gibi gülümsetiyor beni.

Araçlar arasından zorlukla geçerek bariyerlere ulaşıyoruz. Genç kadının geçmesine yardımcı olurken yollarda neredeyse yapışık gibi duran araçlara bakıyorum. Yolun emniyet şeridi bile tıka basa araba dolu. Ön tarafta peş peşe patlamalar ve alevler yükseldikçe araçlar geriye gidemedikleri için, müthiş bir korna sesi ve bağrışmalar oluyor. O hengame içinde, “Viyadükler çökmüş!” sesi geliyor kulağıma. Yüz metre kadar önde ve her iki yoldaki araçlar yanıyor. İnsanlar, yolun üst tarafına doğru bağrışarak kaçışıyor…

 

            Araç kullananlardan, çoluk çocuğu ve yakınları için elbette kaygılananlar olur.  Ama, araçlarından da vazgeçecek gibi değiller. Öyle algılıyordum. Yol açılacak, araçlarını da götürecekler gidecekleri yere. Kim bilir, kimilerine göre, arabaları çoluk çocuktan daha önemli olabilir…Yanma tehlikesiyle karşı karşıya kalmasalardı, kaçışan o insanlar da arabalarında olacaklardı kuşkusuz…

            “Ön tarafa gidip zor durumda olanlara yardım etsek nasıl olur baba?” diyen oğluma,

“Bu hanıma ve bize yardım eden oldu mu ki ?” diye çıkışıyorum. Madenci fenerini yakıp önümüze tutuyorum.

“Yürüyün, gidiyoruz.”     

            Dizimdeki acı topallamama neden olsa da bunu belli etmek istemiyorum. Önde oğlumun, en arkada benim tuttuğum ve iyi ışık veren madenci fenerleri aydınlığında, keçi yolunu andıran bir yolaktan inmeye başlıyoruz.      

 Saat yirmiye çeyrek kala, trafik çilesi çekseler de yollarda olanlar bir bakıma şanslılardı. Yıkılan viyadüklerden uçanlar, çöken köprülerin altında kalanlar, hızlı giderken direksiyon hakimiyetini kaybedenler, cadde ve sokaklardaki binaların altında kalanlar hariç tabi…Ah! Eğer bir de, boğaz köprüleri göçtüyse eğer, denize düşen araçlardakiler en şansızlar… Marmaray’da kopma olduysa şayet, oradakiler de denizin karanlığına gömülmüşlerdir…Uff… Çok acı bir tablo…Dilerim bunların hiçbiri olmamıştır…

            “Allah’ım, böyle bir felaketin geleceği  bilindiği halde, tedbir almayıp Allah korur kolaycılığına sığınan kullarına değil de çaresiz kalan kullarına yardım eyle…”

            Yamaçtan yanlamasına ağır ağır inerken işte bunlar geçiyor kafandan. Otobandaki dehşetin giderek artığı, patlama ve alevlerin yükselmesinden belli oluyor. Ara sıra ötelere

ateşler yağıyor. Alevler, bize bile aydınlık sağlıyor. Epey gidilen bir iniş sonrası tepemsi bir

yerin arkasına vardık. Dizimin sancısı, aksak yürümeme neden olduğu için, soluklanma bahanesiyle oturdum. Kadınla oğlum da bana uydular.

            “Gül gibi araban gitti oğlum,” diyerek takıldım oğluma.

            “Giden araba olsun baba,” diyerek gönlümü bir kez daha okşadı oğlum.

             “Bana yardımcı olduğunuz ve beni korumanıza aldığınız için size ne kadar teşekkür etsem azdır. Allah sizlerden razı olsun,” dedi kadın.

            “İnsanlık görevimizi yaptık,” dedim. Ardından da; “Kimsiniz ve nereden geliyordunuz?” diye soruyorum kadına.

 

Veysel Başer

 

 

( Umursanmayan Dev 2 başlıklı yazı Veysel Başer tarafından 21.09.2014 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.