“Yeğen, gel koluma gir, kahveye
götür beni.” dedi Hakkı dayı. Doksanı geçmiş yaşıyla bastona dayana dayana
yürüyordu. Hemen fırladım yerimden, koluna girdim, yürüdük köy kahvesine
doğru.
Köyün en yaşlısıydı, görmüş
geçirmiş biriydi ve sözü dinlenir, akıl danışılırdı. Eşi Nadide yengeyle
yaşardı köyde. Çocuklar, torunlar okumuş, ayrılmış köyden, iş tutturmuşlar
ülkenin değişik şehirlerinde. Bayramlarda, yaz tatillerinde gelirler ziyaretine
Hakkı dayının.
Ağır ağır yürüdük. “Ne zaman
geldin yeğen?” dedi. “Dün akşam geldim Hakkı dayı, bir hafta buradayım, sonra
gideceğim.” “İyi yaptın yeğen, gel az da olsa, unutma toprağını, bizi
unutma!..”
Yürüdük, köy kahvesine vardık. Bahçedeki
ağacın altına oturduk. Kahvecinin getirdiği tavşan kanı çaylardan ilk yudumu
alır almaz sorguya başladı Hakkı dayı. İşlerim nasıldı, ne zaman emekli
olacaktım, çocuklar da gelmiş miydi, oğlan üniversiteye başlamış mıydı?..
Biz sohbet ederken yan masada oturan
gençler de yüksek sesle konuşuyor, aralarında şakalaşıyorlar, bu arada argo
sözcükler de havada uçuşuyordu. Yan tarafa dönüp gençlere kibar bir uyarı
bakışı yaptım. Pek umurlarında olmadı, bir süre sonra biraz daha sert bir bakış
atınca gençlerden biri bize dönüp biraz da küstah bir edayla: “Hakkı dayı,
konuşmalarımızla seni rahatsız etmiyoruz, bize kızmıyorsun değil mi?”
deyiverdi. Hakkı dayı, çayından bir
yudum çekti, gençlere dönmeden gayet sakin bir halde cevap verdi: “Yok yeğenim,
niye kızayım, ben lafını bilmeden
konuşan dangalaklara kızmam.”
Hakkı dayının cevabıyla gençler
seslerinin alçaltırken ben içten içe gülmüştüm.
“Hakkı dayı, kusura bakmazsan sana bir şey soracağım.” dedim. “Sor yeğenim.”. “Sana Deli Hakkı diyorlar,
ama sen aklı başında bir adamsın, nerden geliyor bu deli lakabı?” Bak yeğenim,
dedi. “Benim deliliğim öyle senin bildiğin akılsız delilik değil; ben akıllı
deliyim, yiğit deliyim, delikanlı deliyim.”
“Nasıl oluyor dayı bu akıllı
delilik?” deyince başladı asırlık çınar anlatmaya:
Gençliğimde iri yarı, güçlü
kuvvetli bir delikanlıydım. Bu civarda güreşte sırtımı yere getiren yiğit
çıkmadı. Kavgada vurduğumu devirir, avda attığımı vururdum. Gözümü budaktan
sakınmadığım için adım çıktı deliye. Karşı köyden Kahraman Ağa’nın kızını,
bizim Nadide, bir düğünde gördüm. Bakıştık, anlaştık, buluştuk. Birbirimizi
sevdik, anlaştık. Haber gönderdim Ağa’ya, gelip kızını isteyeceğim diye. Tabii
o koca Kahraman Ağa, ben rahmetli Memet Çavuş’un Deli Hakkı!.. Ağa haber
salmış, sakın gelip kızımı istemesin, bende o deliye verecek kız yok diye. Ben de o vermezse kaçırırım, diye haber
gönderdim.
Ağa adamlarını iki köy arasındaki
köprünün karşı tarafına dikmiş, güya benim karşı köye gidip kızını kaçırmama
mani olacak. Köyde adamları silahlı nöbet bekliyor, ben gelirsem vuracaklar,
kızı kaçırttırmayacaklar.
Anamla kız kardeşime çarşaf
giydirdim, ben de çarşafa girdim, üç kadın köprüden yürüdük, karşıya geçtik.
Anam sordu ağanın adamlarına “Hayrola kardeşim, nedir bu elde silah
bekliyorsunuz, bir şey mi var?” diye. Ağanın adamları cevap verdi “Sorma abla,
karşı köyde bir Deli Hakkı var, bizim ağanın kızını kaçıracakmış, onu
bekliyoruz.” “Vay Deli Hakkı, dedi anam, deliliğine, cıbırlığına bakmadan bir
de koca Kahraman Ağa’nın kızını mı kaçıracakmış. Bekleyin kardeşim, gelirse
vurun o deliyi, geçirmeyin karşıya.” dedi ve yürüyüp gittik karşı köye. İki
saat sonra biz üç çarşaflı kadın döndük, köprüden geçtik, geldik eve. Bizden
bir süre sonra da dördüncü çarşaflı kadın, anam geçti köprüden. Geçerken sormuş
ağanın adamlarına “Deli Hakkı geldi mi, gördünüz mü?” diye. “Yok abla, gelmedi,
görmedik.” demişler. Anam da “Gelirse
dövün o deliyi, kırın kemiklerini, haddini bildirin.” deyip gelmiş.
Akşam karşı köyde bir bağırtı,
bir kıyamet koptu. Anladılar ki Kahraman Ağa’nın kızı Nadide’yi Deli Hakkı
kaçırmış. Ağanın adamları atlanıp köprüden geçmeye davrandılar, bizim köyün
delikanlıları silahlanıp çıktılar karşılarına, izin vermediler. İşte Nadide
yengen o gün bugün burada. Tabi benim delilik şanım da aldı yürüdü. Kolay mı
koca Kahraman Ağa’nın kızını kaçırmak.
Dur bir şey daha anlatayım sana.
Yıllar önceydi, zahireyi ata sardım, değirmene gittim, tabi yaşlılık, ben
değirmene gidene kadar vakit hayli geçti. Değirmene benden önce gelenler sıraya
girmişler, zahirelerini bırakıp gitmişler, öğleden sonra gelip alacaklar. Beni
de sıraya koydu değirmenci. “Hakkı dayı, işin uzun sürer, istersen git,
akşamüzeri gel” dedi. “Yaşlı halimle nasıl gidip geleyim, ben burada beklerim,
hem seninle laflar, sana ses olurum.” dedim, gitmedim. Oturdum değirmene, bir
süre sohbet ettik, oradan buradan konuştuk.
Öğle vakti oldu, değirmenci
gitti, köşedeki dolaptan tavayı, yumurtayı ve tereyağını çıkardı, sobayı
tutuşturdu. Tavayı sobaya koydu, tereyağını tavaya… Sonra da sekiz on yumurtayı
kırdı. Yumurta öyle güzel koktu ki pişerken. Sonra çekti, çantasından ekmeği
çıkardı, tavayı da önüne aldı. “Hakkı dayı, gel yemek yiyelim.” dedi. “Yok
yeğenim, sen ye, ben tokum.” dedim.
Bizimki ekmeği kopardı, yumurtaya
bandırdı, kocaman bir parça koparıp ağzına attı, öyle güzel ve iştahlı yiyişi
vardı ki yumurtayı… Tavanın yarısına
gelince fırladım yerimden, değirmencinin önündeki tavayı kaptım. Adam neye
uğradığını şaşırdı “Hakkı dayı, ne yapıyorsun?” diye bağırdı. “Bunu da ben
yiyeceğim, yarısını yedin, kalan da benim hakkım.” dedim. “Ama az önce
çağırdım, tokum dedin, gelmedin.” diyecek oldu, “Adama yemek için bir kere mi
çağrılır, bir kere daha çağırsan gelecektim.” dedim, önündeki ekmeği de kaptım,
tavaya gömülüp yumurtayı bir güzel yedim.
“Anladım Hakkı dayı, dedim. Senin
deliliğini anladım.”
Bir hafta kaldım köyde. Eş dost
akraba ziyaretleri derken, Hakkı dayının evine de uğradım. Biraz rahatsızdı
Hakkı dayı. Sobanın yanındaki sedire uzanmış yatıyordu. Elini öptüm, hal hatır
sordum. Hoş beşten sonra hanımına seslendi. “Nadide hatun, şu horozu kızart,
getir yeğenim yesin.” “Yok Hakkı dayı, zahmet etmeyin.” diyecek oldum. Elini
kaldırıp susturdu beni. “Bak yeğenim, dedi. Bir horozumuz vardı, komşuların
bahçesine girip zarar vermeye başlamıştı. Dün akşam komşuyu çağırdım,
kestirdim, ama bizde diş kalmadı ki yiyelim. Bir parça kaynattı çorba yaptı
yengen. Kalanı da dolapta duruyor. Şimdi kızartsın, sen de otur ye. Sen ye ki
ben de seni izleyip zevk alayım. Sen yedikçe kendim yemiş gibi olayım.”
Belki gelecek yıl bir daha göremeyeceğim
koca çınarı kıramadım, Nadide yengenin kızartıp getirdiği horozu Türk
sinemasının o meşhur sahnesindeki “Erol Taş” misali zevkle yedim ki o da bu
lezzetten zevk alsın.