21 Eylül 2017
Oğlumla birlikte Babaeski’den geliyoruz. Nasıl
bir otobansa kimi yerlerde çift şeritli yol. Yani, duble yol dediklerinden. Böyle bir otoban
da olsa trafik akıcı. Oldum olası şarkı ve türkü sevdiğimi bildiği için, radyo
dışında cd de çalıyor oğlum. Güzel nağmeler
eşliğindeki yolculuk hiç bitmesin istiyorum. Oysa oğlum, akşam trafiğine
yakalanmamak için basıyor gaza. Altımızda, Alman yapımı yeni bir araba var. Yüz
altmış kilometrelerde gitmek, arabanın fıtratına uygun ama…Düzgün yollarda yağ
gibi kaysa da hızlı gitmekten tedirgin oluyorum. Uyarım üzerine
ibreyi yüz otuzlara-yüz yirmilere indiriyor
oğlum..
Oğlumun kendisine ait işyeri, Babaeski ile
Lüleburgaz arasında. Üç sene kadar İstanbul’un Anadolu yakasından gidip
gelmeyle işini yürütürken trafik çilesinden “illallah” deyip evini ve ailesini
Babaeski’ye taşıdı. Yol yorgunluğu ve trafik stresinden kurtulduğu için, iş
verimini de haliyle artırmış oldu.
Gözüm, kilometre göstergesine takılıyor. Kırmızı uçlu ibre yüz otuzlarda. Bu defa sessiz kalmayı yeğleyip, koltuk
başlığına dayıyorum başımı.
İstanbul’un Anadolu yakasında
oturuyorum. Sekiz yıl önce göçtük mega denilen, aslında köylük kente. Taşı
toprağı altınmış diye gelmedik İstanbul’a. Çocukluğu, ergenliği, meslek hayatı
hep dağ ve ormanlarla bütünleşerek geçmiş bir ormancının giderek beton yığını halini
alan İstanbul’da kalması olası değildi amma... Neylersin ki, torun tosuna bakma
durumunda kalınca, katlanmak zorunda
kalıyorsun… Oturduğum yörede apartmanlar çoğunlukla altı-on beş kat arasında olsa
da ferahlık hakim. Binaların arası epey aralıklı ve ağaçlıklı. Dediklerine göre İstanbul’da böyle seyrek
apartmanlı bir yer daha yokmuş. Oturduğum sitedeki apartman altı katlı. İki
asansörlü ve her katından dört daire bulunan binanın dördünce katından
oturuyorum. Karşımızda yeşil bir dağ var. Kayış Dağı. Oraya bakmak bile benim
için bir ayrıcalık.
Kırk yıldır aynı yastığı paylaştığımız
sevgili hayat yoldaşımla birlikte yedi sene boyunca, evlatlardan daha çok sevilen
aslanlar gibi torunlar büyüttük bu şehirde. Torun sevgisi bir başka. Onlarla
bütünleşme, onların seni yaşıtı gibi görmeleri harika bir duygu. Candan
öpüşleri, taptaze yüreklerinden akıp gelen
“Dedeciğim…” deyişleri, ihtiyar da olsa sevgisi hiç eksilmeyen yüreğini
müthiş okşuyor…
İki seneden bu yana torunları en
az on gün arayla görüp sevebiliyorum artık. İstanbul dışındakilerle bayramlarda
buluşup yüz yüze görüşebiliyoruz ancak. Gözden ırak olunca gönüldenden de ırak
olunuyor insan ne yazık ki…
Bakılacak torun olduğu halde iki senedir torun bakmıyorum…Vefakâr karım, bir bucuk sene önce hepimize veda ettiği için…Pankreastaki berbat hastalık, altı ayda alıp götürdü sevgili hayat arkadaşımı…O olmayınca ben çocuk bakamam ki…Onun yardımcısıydım zaten…Gün oldu, dört çocuğa bile baktık. Hiçbir zaman yakınmadık. “Rahat etmek için emekli olduk. Çocuklarınıza bakın,” demedik. Kanımızdan, canımızdan birer parça oldukları için bakımlarını ve yetiştirilmelerini severek üstlendik. Torunların anne ve babaları, bakıcı tutmak istedilerse de biz engel olduk. Zorlansak da torunlara bakmanın, onları büyütmenin ve yetiştirmenin tatlı ve manevi huzurunu tattık…Torunlara bakarken, çocuk büyütmenin ne kadari önemli olduğunu daha iyi anladık…Yedirip içirmek ve altını temizlemekle evlat yetişmiyormuş meğer. Sevginin yanı sıra çocuğun dünyasına girebilmek önemliymiş asıl. Çok şeye gönüllü olmak gerekiyormuş…Bir çocuk kadar saf ve temiz olunamasa bile bunu hissedebilmek çok çok mühimmiş…
Benden
beş-altı dönem önce bir meslektaşımın şu değerlendirmesinin ne kadar doğru
olduğunu torun bakarken anladım.
“Çocuk
peydahlamadan önce anne ve babayı eğiteceksin. Sonra da çocuğa bakmakla yükümlü
olabilecek nineyi…Ve dolaysıyla dedeyi.…Sonra da öğretmeni…Bunlar eğitildikten
sonra çocuk, kendiliğinden güzel yetişir…”
Meslektaşım,
işte böyle demişti bir sohbet sırasında.
Hayat, devam ediyor... Torunlar
için yeni çözümler bulundu. Buna rağmen onlara bazen muhafızlık yapıyorum. Kızımla damadım, bir
düğün derneğe gitmek zorunda kaldıklarında sekiz ve beş yaşlarındaki oğullarını
bana bırakıyorlar. Ya da ben onlarda kalıyorum. Oğlum, ailecek geldiklerinde ve
bende konakladıklarında, yedi yaşındaki oğlu ve dört yaşındaki kızına da korumalık
yaptığım oluyor. Onları kanatlarım altına tutmaktan mutluluk duyuyorum ama,
çocukların değişmesinden üzüldüğüm de olmuyor değil…Doğrusunu söylemek
gerekirse, çok çabuk adamlaşıyor çocuklar…Kendilerini kanıtlama isteği,
saygısızlık sınırını aşıyor bazen…
İstanbul il sınırına girdik. Başım
ona doğru kayınca gülümsedi oğlum.
“Göstergeyi yüz yirmiye
kilitleyeceğim. Sözünden dönen puşt oğlu puşt olsun.”
Babaya kıyak(!) bu espriye
gülünmez mi? Elbette gülünür. Biz de pek iştahlı güldük.
“Bu İstanbul var ya,” diyorum gülüşümüz sonrası. “Toprağına girerken bile sağlam insanı hemen kendi kalıbına
sokuyor. Bende puştluk var mı acaba diye kendimi sorgular oldum.”
“Kafana silah dayasalar da
olamazsın,” diyor oğlum. “Mayan temizmiş ki biz de bozulmadık...”
Oğlumun bu sözleri gururumu
okşuyor. Ben de onun omzunu okşuyorum. Oğlumla kızımın, olabildikleri kadarıyla insan
ve adam oluşlarından övünç duyarım hep…
Omuz okşarken gözüm göstergeye
kayıyor. İbre, puştluk göstermiyor…
Oğlumla arkadaş gibi olduk hep. Bu tür sözlü takılmaları aslında ben öğrettim ona. Özellikle ilkokul çağlarındayken her çocuk gibi oyun yüzünden eve geç gelirdi. Seslenmemize rağmen gelmek istemediği zamanlarda peşine gittiğimde, epey uzağımdan koşarak giderdi eve. O durumlarda, “Öfkemi anandan alayım da gör,” derdim ardından.
Bir
süre sonra kafasına takılmış benim böyle demem. Annesine; “Anne, babam bana
kızınca, öfkemi anan da alayım da gör diyor.” deyip, “Seni dövüyor mu?” diye
sormuş. Annesi, dolambaçlı sözcüklere kafa yoracak bir kadın olmadığı için,
“Baban öyle şey yapmaz,” demekle yetinmiş. Daha sonra oğlan, aynı sözleri
benden duyduğunda bu defa lisede okuyan ablasına sormuş. Ablası çakalın teki. Babanın ne demek istediğini hemen anlayıp hınzırca
gülmüş...
Boynuz kulağı geçermiş ya, çok doğru.
Lise ve üniversite dönemlerinde oğlan, tereciye tere satar oldu üstelik.
Kendisiyle ilgili olmayan bir şeylere kızdığımda, “Baba bana öfkelen. Öfkeni de
annemden çıkar, " diyerek gülmemi sağlar ve iyiden iyeye sakinleştirirdi beni.
Oğlumla işte böylesine tatlı, hiçbir zaman sululuğa kaçmayan, saygısızlığa ulaşmayan bir ortamda olduk hep…
Tam karanlık olmasa da yol dahil her taraf
ışıl ışıl. Trafik yoğunluğundan kilometre göstergesi puştluk sınırının çok çok altında. Başımı
arkaya yaslıyorum. Gözlerimi kapatıp kendimi dinlemeye yöneliyorum.
Yaşlandıkça insan daha bir seçici oluyor. Gençken, cinsel dürtülerin beğeni ve sevgi duygularını tetiklediği için, ince eleyip sık dokumadan hemen evleniyorsun. Yaşlandığında ise, armudun sapı, üzümün çöpü gözüne batıyor. Bırak da kadıncağızın o kadarcık kusuru oluversin. Kendin, bu yaşların bulunmaz hint kumaşı mısın? Kimi geceler, sanki birisini boğazlıyormuşçasına yaptığın diş gıcırdatmasını niye söylemedin? Boyu boyuna denk. Narin yapılı. Yüzü güzel. Gelinin dediğine göre yediği yenir, diktiği giyilirmiş. Kırk sekiz yaşında olduğu halde doğurganlığını yitirmemiş. Bu yaşta bile çocuk yapabilirsin. Yatalak annesine baktığı için evlenmemiş. Oğlanla gelinin, “Alışık olduğu için, elin ayağın tutmadığında sana da bakar,” telkinleri…Neymiş efendim?.. Yığınla kitap okumuş da…Kendini yetiştirmiş de… Bilgiçlik taslarken ilgisiz sözcükler kullanarak gülünç duruma düşmesinin farkında değilmiş de... Aptal kız kurusu... O kadına niye kızıyorum ki şimdi ben? Besbelli onun; “Senden on dört yaş gencim. Üstelik sana, kız olarak geleceğim. Bunlara rağmen mırın kırın ediyorsun. Benden pas. Git kendine, kendin gibi birisini bul,”demesi ağrıma gittiği için bozuluyorum herhalde…
“Cici annem arkada oturuyor
olsaydı arabayla atraksiyon yaparak seni öfkelendirirdim.”
Oğlum, kafamdan geçenleri
okumuşcasına esprisini tam gediğine oturtunca güldüm.
Üç ay kadar önce evlenmek
istediğimi ilk oğluma açmıştım. Anlayışla karşılayıp, yardımcı olacağını söylemişti.
Babaeski’deki kadını o bulmuş. Gelin hamım da işi olgunlaştırmış. Oğlum, durumu
ablasına bildirdiğinde küplere binmiş hınzır kız. Ardından benimle konuştu.
Evlenmemi istemiyordu. Neymiş efendim? El ayaktan düştüğümde kendisi
bakacakmış. Rahmetli annesinin hatırasına, değerine hiç saygım yokmuş…Ona
öfkelendiğim için Babaeski’ye gitmiştim. İş olsaydı, evli ve yeni karımla dönecektim
İstanbul’a. Kızıma olan öfkemi cici annesinden alacaktım…
Durduk
yerde sessiz gülüşümü oğluma belli etmemek için yana tarafa bakıyorum.
Trafik iyice yavaşlayınca durma ve kalkmalar başlıyor. Öbür yolda araçlar akıyor. O arabaları kullananların yerinde olmak isteyip, “Keşke burası da öyle aksa,” diyorsun. Nerede olduğumuzu soruyorum oğluma. “Eyüp’ün üst taraflarında bulunduğumuzu söylüyor. Az sonra da Haliç’in bir kısım ışıklarını görünce oğlanın tahmininde yanılmadığını anlıyorum.
“Bu
yol böyle bitmez. İlk sağa dönüşten sap. Bari şehir içinden gidelim.”
“Bu
saatlerde her taraf böyledir baba,” diyen oğlum, aradaki el çantasından büyükçe
bir cep telefonu çıkarıyor. Araba, sürekli dur-kalk halinde ilerlediği için telefonda bir
şeyler aradığı belli oluyor. “Anayolların dışında bulvar ve bilinen ana
caddelerde de trafik berbat,” diyen oğlum, telefonu kapatıp çantasına koyuyor.
“Eve, en az iki saatte varırız.”
“Her gün gidip gelme durumunda
olanlar hep böyle eziyet mi çekiyorlar?”
“Evet baba. Ne yazık ki bu trafik
çilesi her sene artıyor.”
“Ulaşım alt yapısını sağlamadan
rant için her yere gökdelen dikip, alışveriş merkezi yaptırırsan olacağı
budur.”
“Üç senedir ara sıra gelmemi ve
beş sene de bu sıkıntıyı hesaba katarsak, ömrümden en az iki sene yedi bu
trafik çilesi. İnan baba, şu trafik
çilesini çekenler, ister erkek ister kadın olsun, sinir küpü olmalarının
yanında eve vardıklarında külçe gibi oluyorlar. Canın, ne çocuklarınla
ilgilenmek istiyor ne de başka şey…Daha açık bir ifadeyle, cinsel duygularını
da köreltiyor işte bu trafik işkencesi…”
Oğluma hak veriyorum. Eyüp peygamber bile şu çileye isyan ederdi kesin. Karşılıklı konuşmalarımız sırasında, kaplumbağa hızıyla giderek bir viyadükü geçiyoruz. Edirne tarafına giden şeritte de bizim gibi dur kalkmalar başlıyor. Yan tarafımdaki arabaya ilişiyor gözüm. Gençten bir kadın var direksiyonda. Yüz hatları gergin. Belli ki sinirli. Sık sık sağına bakıyor. Alamet cipiyle kendisini sıkıştıran trafik magandasına öfke kusuyor her halde. Dokundu, dokunacak kadar yakın, kadının küçük arabasının arkasındaki iri kıyım çip. Önü açılınca arabasını sürüyor kadın. Acı fren sesine bir uğultu, gürültü sesi kaplıyor ortalığı. Henüz hareket eden bizim araba sağa sola yatar gibi oluyor. Öne kayıyor. Bir kazaya karşı kendimi güvene alma içgüdüsüyle sağ elimle kapı dayanağına tutunurken sol elimi de arabanın ön paneline dayıyorum. O anda saate ilişiyor gözüm. Yirmiye çeyrek var. Sanki durmuş gibi saat. Önümüzdeki aydınlatma direği bir güzel eğilerek selamlıyor araçları. Sonra da semayı...
“Aman Allah’ım!” diye feryat ediyor oğlum. Yol sallanıyor, araçlar sürtünüp çarpıyor. Arabanın direksiyonunu sıkı sıkıya kavrayan oğlum, salavat getirmeye başlıyor...
Geçmek bilmiyor saniyeler. Yolları aydınlatan lambalar gibi şehir de bürünüyor karanlığa. Uyanmıştı yerkabuğundaki öfkeli dev… “Siz miydiniz beni umursamayan, önemsemeyen?” dercesine silkeledikçe silkeliyor İstanbul’u…Büyüklü küçüklü yuvaları viraneye çevirerek… Çocuk, genç ve yaşlı demeden ocaklar söndürmek için gibi bitmek bilmeksizin yeri sarsmaya devam ediyor uğursuz dev…
Dev, yeni yatağına yerleşip yer
durulduğunda, bir büyük ateş topu
yükseliyor göğe doğru. Kıpkızıl bir aydınlık oluşuyor ötelerde…
Veysel Başer