Tozlu raflarda kalmış
eski bir kitabın sarı sayfalarına sığınmış onca kifayetsiz hayal: Kime dair
olduğu bilinmeyen…
Tahayyül edilen
binlerce düşünce ne zaman ki beynine yerli yersiz saplanır işte beklersin terk
edeceği anı. Sebebi olsun olmasın.
Seneler öncesinden
gönderilmiş solmuş bir zarf sahibinin kim olduğu bilinmeyen ama buna rağmen
sandığın en dibine sıkıştırılmış.
Bir sevda belki de yine
sahipsiz. Tutkulu bir aşkın iki kahramanı. Yoksa üç ya da beş mi demeli: Başka
kadınlar ve başka adamlar. Neşriyatın çok kısıtlı olduğu bir devrin satır
aralarına sığdırılmış bir aşk hikâyesi: Masumiyete ışık tutan, sadakatin hala
mubah olduğu ve sabrın sınırının tahakkümsüz kaldığı.
Onlarca yaşanmışlık
sahibinin ya da sahibesinin meçhul tutulduğu. Biraz biz gibi, biraz siz gibi.
Megaloman kim varsa
cebi ihtiras dolu. Narsis bir kimlik gölgesinden bihaber. Şizofren düşünceler
hatta inanması namümkün çoğunun nazarında.
Kütüphanedeki görevli
şu çocuk belki de tüm bu depresif girizgâhın sebebi. Kromozom sayısından
muzdarip ve bir ömür bunun yükünü taşımakla mükellef.
Aşk ne yasak tanır ne
de özel durum. Bir kere âşık olmuşsan gerisi çorap söküğü gibi gelir. İstediğin
kadar melankolik ol ya da depresif. İstersen tüm duyu organların sistem dışı
olsun. Yürek yeter mükellef olmak için sevdadan.
Belli belirsiz bir
gülümseme peyda oldu yüzünde Ömer’in. Ne de olsa müdavimi o hukuk kitaplarının,
sıra kapma telaşında. Bir saate kalmadan derse girmek zorunda. Devamsızlığı had
safhada. Ola ki dakika sekti yok kurtuluşu. Şunun şurasında ne kaldı finallere.
İşte yine köşeden
seğirtiyor bir elinde kitap listesi bir elinde not defteri.
Tanrım, bir insan bu
kadar mı mesul olur saflığın çehrede belirdiği o nurdan. Perçemleri nasıl da
dökülüyor o ceylan gözlerinden. Bir o kadar naif ve kibar. Bilmiyor da değil
hani Ömer’in ona olan zaafını. Biraz cilve biraz naz niyaz işte sırasını öne
almayı becerdi bir kez daha.
Kuş gibi çırpınmakta
kalbi. Birazdan karşılaşacak gözleri ve o ılık duygu saracak küçücük yüreğini
Ömer’in: Yüreği küçük asaleti büyük o genç adam.
Hoş bir nüans nasıl da
tınısını sakınmamakta konuşurken sevişir gibi. O sarı papatyalar nasıl da
kıskanır bu başak rengi saçları. Etine dolgun biraz ve biçimli bacakları ile
nice kadına taş çıkartır.
Adı da özel kendi gibi.
Yanakları açmış gonca kadar pembe ve büyülü. Sesi billur, kıpırtısı yüreğinin
buğulu. Sanırsın ki raks ediyor adımlarken o soluk renkli halıyı.
Bilmezdi oysa öncesinde
Ömer gerçek bir erkeğin nasıl bu denli duyarlı olabileceğini. Tanıyıp
tanıyacağı tek kadın annesi ve halası. Ki onu her zaman şefkatle sarıp
sarmalayan ve sevgiye boğan bir yandan hayatı tanıtıp onun farklı olmadığını
binlerce kez dillerine pelesenk etmişken.
Yine aynı parça çalıyor
radyoda. Bir aşk şarkısı ritmik temposuyla şaha kaldırıyor o loş ve havasız
kütüphanenin atmosferini.
Derken başka bir şarkı
alıyor sırasını. Hüzün dolu nağmesiyle içini yakıyor Ömer’in. En sevdiği iki
parçanın arka arkaya çalması bir rastlantı olamaz. Belli ki güzel şeyler olacak
bugün. Belli ki yine dokunacak o beyaz ve pamuk elleri imzalarken doldurduğu
belgeyi.
Adı yok cismi var. Kim
olduğunun ne önemi var ki… Belli ki dünyada yaşayıp yaşayacak en güzel varlık.
Biraz umarsız mı ne, olsun. Biraz tutarsız belki de zira ne zaman ne diyeceği
hiç de belli olmuyor. Ama o kadar güzel ve asil ki. Hele nasıl derin ve içli
bakıyor gözleri ve ‘’Ömer’’ derken nasıl da ahenkle dökülüyor o dört harf.
Öpsem mi, diye
geçiriyor içinden Ömer. Öpsem öpsem o pembe yanaklarından öper ve hemencecik
uzaklaşırım. Bu bana bir ömür yeter…
Ah Ömer ah… Ne vardı
aşka düşecek…
Ne vardı yanacak.
Sevda Ömer’in de hakkı
lakin. Ve bir o kadar yakın herkesin olması gerektiği kadar.
İç sesi avaz avaz
bağırıyor bir yandan:
-Git saklan kitapların
en arkasına. Kimseler görüp anlamasın sevdalı olduğunu. Kimseler görmesin senin
ona nasıl baktığını…
İşte geldi.
-Merhaba, genç adam.
Pardon ben yine ismini unuttum. Ne şeker şeysin sen.
Ve derken uzatıyor
elindeki listeyi.
-Çok acelem var.
Mümkünse bu kitaplar on beş dakikada geçer mi elime?
Ömer, yanık Ömer…
Genç adam… Tanrım, ne
güzel söyledi bu iki kelimeyi.
Yoksa radyodan mı
geliyor bu ahenkli melodi...
-Ömer, benim adım Ömer,
güzel bayan. Ömer…
-Ömer, Ömer. Haydi, çok
geç oldu. Haydi, Ömer…
-Tamam, tamam. Hemen
şimdi getiriyorum kitapları… Siz bekleyin ve bir yere gitmeyin, sakın.
-Ne kitabı oğlum.
Haydi, kalk öğlen oldu neredeyse. Kalk, Ömercim. Bak doktor amca bizi bekliyor.
-Kalkmalıyım, hemen
kalkmalıyım. Nerede o, söyleyin nerede?
-Ah, be oğlum. Yine mi
kâbus gördün?
-Çok güzeldi anne, çok
güzel. Bana onu getirin. Onu istiyorum.
-Seviyorum ben onu.
Sevmek benim de hakkım…