Birkaç gün önce "Derin Mavi" rumuzlu kalem, “Temmuzda
Ölünür mü?” diye bir yazı yazmıştı. Anlaşılır ve anlamlı ifadeler sergilemişti
yazısında. Ölülerin bile, temmuz sıcağından etkileneceğini belirtmişti. “Canlılıklarını
ha deyince yitirmezler” dercesine…
Joan Gran adlı, araştırmacı ve yeniden hayat bulma seanslarında trans durumuna geçebilen İngiliz bir kadın yazara göre bazı ölüler, canlılıklarını bir süre sürdürürler. Enerjileri nötr olana kadar biyoplazmik beden olarak yaşarlar. Kimi zaman ek enerji yüküyle “hayalet” olarak şekillenip algılanan bu biyoplazmik bedenler, sıcakkanlı bir memeliden yararlanma yoluna giderek, biyoplazmik beden olarak yaşamlarını bir süre daha sürdürebilirler. Vampirlerin kan emerek yaşamlarını sürdürmesi gibi. Özellikle aniden ölen ya da kısa sonra gerçekleşeceğine inandığı özlemini yerine getiremeden ölenlerde bu biyoplazmik beden olarak yaşama olayı daha fazla olurmuş.
Kefen içinde olsa da hiç
güneş vurmadı Avni Baba’nın başına. Temmuzun on ikinci günü, bulutlu bir hava
vardı Tekirdağ’da. Öğle sularında iyi de yağmur yağmıştı. Üstelik mezarlık da sık
ağaçlı olduğu için gölgelikti. Temmuz güneşi vursa bile etkilenmezdi Avni
Baba’nın başı…
Ölümü düşünen biri değildi
Ani Baba. Huysuzluk çıkardığında, “Ölsem de kurtulsam sizden!” derdi sadece. Küfrünü
de eksik etmezdi tabi. Bir bulmaca çözüm kitabı çıkarma özlemi dışında bir
özlemi yoktu. Bir de, eskiden içtiği kadar olmasa bile bir kadeh rakının
hasretini çekiyordu…
Babasıyla yan yana yatırıldı
Avni Baba. Hem de, mezarcıyı mezara indirmeyen ortanca bacanağı tarafından…Yüzü
kıbleye çevrildi. Kefenin baş ve ayak bağları çözüldü. Üzerine toprak akmasını önleyen tahtalar
özenle yerleştirildi. Güzel sesli bir hocanın okuduğu Kuran eşliğinde tavlı
toprak atılmaya başlandı mezara.
***
Dört kürek toprak atmıştı ki kendisinden genç dolaylı bir yakını, elindeki küreği almak istedi. Sapından çekilse de vermedi küreği. Yavaşça toprağa bıraktı.
“Türklerin çok eskilerden gelen inancına göre
ölen insan toprağa gömülürken ölüm, elden ele geçmesin diye küreğin ya da
kazmanın sapı toprağa bırakılır.”
***
Cenaze namazı için
Tekirdağ’ın en güzel camisi olduğu söylenen
Merkez Camisi’ne getirildi Avni Baba’nın tabutu. Musalla taşına
konulunca, birilerinin aklına gelmiş ki Türk Bayrağı sarıldı tabuta.
***
Bir nedenle bulunduğu
yerlerdeki, mimari bir değerde gördüğü camilerde Cuma, Bayram ve cenaze öncesi
vakit namazını kılardı. Defin işlemi ikindi namazı sonrası yapılacaktı. Abdest
alıp ikindi namazı için camiye girdi. Fazla büyük olmayan cami doluydu. Ortalarda
bir yer edindi kendine. Pencerelerin açık olmasına rağmen içerisi oldukça
sıcaktı. İkindi namazının dört rekat sünnetini olabildiğince huşu içinde eda
etmeye çalıştı. Olması gereken sürede kıldı namazını. Dizleri üzerinde fazla
oturamadığı için bağdaş oturuşa geçti. Bir baktı ki, hoca namaz kılıyor. Anlam
veremedi. Belki bir rekat sarkıtmış olabilir diye düşündü ama imam, secde
sonrası tekrar ayağa kalktı. Cemaat oturmuşken imam, uzun süreli tam üç rekat
namaz kıldı. İmamın gecikmeli namaz kılmasından sıkılmış olan müezzin hemen
kamet (ezanın kısaltılmışı) getirip cemaatin ayağa kalkmasını sağladı. Bekle ki
imam efendi “Allah’u Ekber” desin ve cemaat namaza başlasın. Saflar doldurulurken
sol yanında saf tutan adamdan kaynaklanan berbat kokuyla da karşılaştı.
Kuran’ın
A’raf suresindeki 31. Ayeti derki: “Ey Ademoğulları! Her mescide, güzel ve
temiz elbiselerinizi giyerek gidin.”
Cuma namazlarında çok gördüğü için yalınayak kimse var mı diye baktı öndekilerin ayaklarına. Yarılmış topuklarının içi kapkara olan kişilerin gerisinde namaz kılmıştı birkaç kez. Araç tamircilerinin yağ-pas içinde geldiklerini de görmüştü. Ona göre iğrenç bir durumdu yalınayak ve kirli bir şekilde camiye gelip namaz kılmak…Kuran’ın ilgili ayeti gereğince; “Temiz ve güzel elbiselerinizle gelin camiye” diyen imama rastlamadı hiç. Onlar için önemli olanı, caminin cemaatle dolmasıydı herhalde…
Yalınayak ve yağlı paslı giysiler içinde
namaz kılan yoktu ama sol yanındaki adam kötü koku salıyordu…
Ve imam efendi, ikindi
namazının dört rekatlık farzını kıldırmaya başladı. Cemaat de hemen uydu. Bekle
ki imam hazretleri, içinden okuduğu sureyi bitirsin de rükuya eğilsin cemaat.
Boylu birisiydi imam. Ses
öncesi kafasını eğecek mi diye bakıyordu sürekli. Ayakta mı uyuyor belli
değildi imam. Cemaatten ses eden de yoktu. Yandaki adamdan gelen koku, cami içerisinin
sıcaklığı ve imamın namazı uzattıkça uzatmasıyla sıkıntısı da arttı. Terlemeye
başladı. İmamın rükuya geçileceğini belirtmesiyle eğildi. Bekle baba bekle. Kollarını
dizlerinde payanda yapıp beklerken cemaatle birlikte doğruldu. Sonrasında da
çöktü halı üzerine. Secdelerde iken uyudu
adeta. Cemaat ayağa kalkınca o da doğruldu. Bildiği bütün sure ve duaları okusa
da erişemedi imama.
“Bu kadar da olmaz,” diye
söylendi içinden. Namazı olmaktan çıkıyordu namazı. Koku, sıcaklık ve imamın
olabildiğince uzatmasıyla namaz işkenceye dönüşüyordu.
A’raf
suresi 55. Ayet: “Rabbinize gizlice yalvarıp yakararak dua edin. Çünkü O, duada
aşırı gidenleri sevmez.” İmam olarak, Kutlu Peygamberimizin adını söylediğinde
salavat getireceksin, sonra da O’nun, “Güçleştirmeyin, kolaylaştırın. Sevindirin.
Nefret ettirmeyin,” sözlerine itibar etmeyeceksin. Olmaz böyle şey.
Günaha girdiğini hiç düşünmüyordu. Bunun sonucu, namazı yarım bırakmak istedi. Rüku ve secdelerin farkında olmaksızın yerde buldu kendini. Fatiha’yı okuduğu gibi, “Allah’ım beni mazur gör,” deyip, ayağa kalktı. İmam kalkmadığı için oturmakta olanlarından arasından geçerek çıktı camiden.
Uzun süreli namaz sonrası imamdan
yakınanlara tanık oldukça, namazı yarım bırakmakla doğru yaptığına daha çok
inandı. Kafayı imama taktığı için namazının bir değeri olmayacaktı…
Namazı olabildiğince geç kılan ve
kıldıran imamın, cenaze namazında uzun bir nutuk atacağını, bu namazı da
böylece uzatacağını sandı. Yanıldığını çabuk anladı. Hiç nutuk atmayan İmam, Avni
Baba’nın cenaze namazını yıldırım hızıyla kıldırdı.
***
Rakıya karşı zaafı vardı
Avni Baba’nın. Seksenli yılların başıydı. Tekirdağ’a geldiğinde, Avni Baba’yla birlikte
sahilde bir süre dolaştıktan sonra öğle ertesinde bir meyhaneye girdiler. O
saatte oldukça ehlikeyif vardı meyhanede. Başta meyhane sahibi olmak üzere, ehlikeyiflilerce,
“Buyur Avni baba…Şeref verdiniz Baba…” gibi sözlü yakınlığın yanı sıra kalplere
giden eller ve baş selamlarıyla karşılandılar. Avni Baba, dolaylı yakınını tanıttı. “Hoş geldiniz Biraderim. Şeref verdiniz…Bahtiyar
olduk…” gibi sıcak yaklaşımlı sözlerin yanı sıra tokalaşma yakınlığına da tanık
oldu dolaylı yakın. Avni Baba ve yakını, bankonun baş tarafına buyur edildi. Hemen
bir kase leblebi kondu tezgaha. Avni Baba, ufak rakı istedi.
“Benim
için vakit erken. Meyve suyuyla eşlik ederim,” dedi yakın.
Hiç
beklemediği bir durumla karşılaştı Avni Baba. Meyhane arkadaşları önünde küçük
düşürüldüğünü hissetti.
“Gidelim
o zaman,” dedi.
Yaptığı
yanlışlığı anlayan yakın konuk, pişmanlık duydu. Meyhane ekabirlerinin,
“Birlikte kadeh kaldırıp, şerefe demekten onur duyarız bey birader,” gibisinden
sözlü yaklaşımları karşısında pişmanlığı daha arttı.
“Bu
saatte içki içmem ama seninle ve yarenlerle kadeh tokuşturma şerefinden
noksan edemem kendimi,” diyerek ortamı düzeltmeye çalıştı. Tezgahın, mezeyle
donatılmasını istedi.
O gün, geç vakte kadar Tekirdağ’a
özgü meyhane kültürünün en güzel örneklerine tanık oldu yakın konuk. Daha çok
deniz ürünlerinden olan mezelerle beslendi. Tekirdağ üretimi rakıdan üç dubleyi
devirdi. Hesap istedi. Avni Baba, karşı çıktı. Meyhaneci, “Bu defalık bizden olsun,” dedi.
“Yaptığım çiğliğin
ceremesini ödemeden rahata ermem,” diyen yakın konuk ödedi hesabı.
***
Avni Baba, polisti. Bir
Karadeniz ilinde görevliyken uzun süre valiye korumalık yapmış. O vali,
Tekirdağ’a tayin olunca Avni Baba’yı da istemiş yanına. Tekirdağ’da epey kalan vali, bakanlık
bünyesine alınınca Avni Baba, sivil polis olarak şehir içi asayişiyle ilgili
istihbaratta görevlendirilmiş.
Dürüst
bir adamdı Avni Baba. Hakka, hukuka ve insanlık değerlerine sıkı sıkıya bağlı
bir insandı. Sivil polisken tabanca taşımazdı…
***
Felç geçirdiği için dokuz
senedir yatalaktı Avni Baba. Seksen dört yaşında olmasına rağmen fazla bir
bilinç kaybı yoktu. Kitap, gazete okumasına ve bulmaca çözmesine bağlanıyordu bilincinin
oldukça sağlıklı oluşu…
Atilla
İlhan, bir şiirinde şöyle der.
“Ölüm kadar çabuksa eğer yaşamak,
Hiç doğmamayı isterdim ama,
Bir kere doğmuşum ölmek yasak.”
Dokuz sene sırt üstü, çevirirlerse bir süreliğine yan yattı Avni Baba. Hakaretlerine katlanılarak bir bebek titizliğinde bakılarak yaşadı bunca yıl…Buna yaşamak denilirse tabi…Ölmek yasaktı. Can bedenden ayrılana kadar hep yatarak da olsa yaşayacaktı…
***
“Avni’yi kaybettik…”
Temmuzun on biriydi. Telefonla acı haberi verene, “Başımız sağ olsun. Hüküm Allah’ın,” dedi. “Kurtuldu” demeye dili varmadı. Ona göre bazen ölüm, bir kurtuluş olgusuydu…Avni Baba’da olduğu gibi. Kurtulmuştu Avni Baba…Ona bakanlar da kurtulmuştu bir bakıma. Yatalak kocaya -babaya bakmak kolay olur muydu hiç?.. Ölüm, kurtuluşa da vesile oluyordu işte böyle… Başka yerlerde da tanık olduğu için varsayımlarda bulunarak bunları düşünüyordu…
Fazla üzülmedi büyük bacanağının öteki dünyaya göçmesine. Ölümü, onun için bir kuruluş gördüğü için. Ama…Yaşlı ve yaslı baldızının;
“Onun varlığı yetiyordu bana” demesi içine işledi…
Ateşin düştüğü yerde, ölüm kurtuluş olmuyormuş
meğer…
Veysel Başer
Not: Olayların sondan başa doğru örülmesi
ve farklı öykülemelerle ayrı bir öykü yazma tekniği tercih edildi.